KAPIDAKİ DÜŞMAN
Enemy at the Gates
Troya’nın Otuz Asır Geçtikten Sonra Alınan İntikamı Kalıcı mı ?
Raşit Gökçeli
(Mayıs 2001)
( Nisan 2001 - Almanya, İngiltere, İrlanda, ABD; UIP / 131 )
Yönetmen : Jean-Jacques Annaud
Senaryo : Jean-Jacques Annaud, Alain Godard
Görüntü Yönetmeni : Robert Fraise
Müzik : James Horner
Oyuncular :
Jude Law : Vassily Zaitzev
Ed Harris : Binbaşı König
Joseph Fiennes : Danilov
Rachel Weisz : Tania
Koulikov : Ron Perlman
Sacha : Gabriel Marshall Toms
1942 eylülünde Stalingrad (Volgograd) Nazi Almanyasının eline düşmek üzeredir. Eğer Almanlar Stalingrad’ı alabilirler ise bu Sovyetler Birliğinin sonu olacaktır. Belki de 2. Dünya Savaşının dönüm noktasını oluşturan Stalingrad Savaşı ikili bir yapıya sahiptir. Yirminci Asır’ın en gelişmiş, teçhizatlı ve mekanize Alman ordusu ile modern bir savaş görünümü vermekte ise de bir o kadar antik çağlara özgü şehir muhasarasıdır da bu savaş...
Volga nehrinin öteki kıyısında kalmış olan Stalingrad şehri, halkı ve tüm Sovyetler’den gelen gönüllülerle son ferdine kadar dayanmak zorundadır. Büyük “patron” Stalin’in emri kesindir. Tek bir adım geriye atılmayacak ve gerekirse orada ölünecektir. Kent bir yıkıntı halindedir. Almanlar’ın zaptedeceği bir şey kalmamıştır. Taş üstünde taş kalmamıştır. Ama öbür hakimi mutlak, yani Hitler, Rusya kışının öncü dehşetini yaşamaya başlayan Alman askerlerine kesin emir vermiştir: Kayıplar ne olursa olsun, Stalingrad Sovyet Ordusu’ndan temizlenecektir !
Ve dünyanın o zamana kadar gördüğü en korkunç konvansiyonel savaşta, her iki tarafın askerleri sinek gibi ölmektedir.
Özellikle Sovyetler’in durumu fecidir. Rusya’nın dört bir yanından gelen gönüllüler tıka basa takalara bindirilerek Volga nehrinin öte kıyısına ağır Alman bombardımanı altında sevkedilmektedir. İki kişiye bir tüfek ile beş kurşun verilebilmektedir. Zaiyat en az yüzde elli olacağı için tüfek ve kurşunlar sağ kalan tarafından kullanılacaktır. Korkup kaçanlar ya da denize atlayanlar siyasi subaylar tarafından vurulmaktadır.
Başarısız komutanlar likide edilmektedir. Stalin iş becerir bir parti yetkilisini tam yetkili komutan olarak atamıştır.
Bu yetkilinin adı Nikita Kruşçev’dir !
Ve bu can pazarında her nasılsa sağ salim karşı kıyıya ulaşan takviye kuvvetleri arasında yer alan genç bir siyasi komiser, inanılmaz bir nişancılık yeteneği olan ve Ural Dağları’ndan gelen bir genç avcı ile ortak bir macera yaşar. Olağanüstü nişancılık yeteneklerine sahip olan gencin elindeki tüfek ve beş kurşunla beş Alman’ı şaşmaz bir dakiklikle tek tek hakladığına tanık olmuştur.
Toplumsal imgelem yaratmak...
Kruşçev bir yeraltı sığınağında siyasi komiserlerle komutanları toplamıştır. Sormaktadır..
- “Bir çare düşünebilen var mı” ?
-“Kaçanları vuralım, beceriksiz komutanları kurşuna dizelim”...
-“Bütün bunları zaten yaptık”, der Kruşçev.
O sırada genç siyasi komiser (Danilov) söz alır.
-“İnsanlara ümit vermemiz gerekiyor” der.
Bu nasıl olacaktır ?
-“Örnek ve umut verici hareketler yaratarak ve insanların kendilerini özdeşleştirecekleri kahramanlar yaratarak” der komiser Danilov.
-“Bu tür bir örnek biliyor musun ?” diye sorar Kruşçev.
Danilov’un yanıtı,
-“Evet”tir.
Ve Ural’lı genç çobanı, yani Vasssily Zaitsev’i örnek kahraman adayı olarak önerir.
Bu öneriye Kruşçev’in aklı yatmıştır.
Ve Stalingrad muharebesinin keskin nişancılar bölüğü macerası böylelikle başlar.
Böylesi bir anlatım dilini bir filmde, hele hele Hollywood’vari bir süper prodüksyon formatı içerisinde sunabilmek önemli bir sinemacılık dehası işidir.
Jean-Jacques Annaud burada Malaparte’nin “Kaputt”undaki o yalın, keskin ve insanı yüzünde şaklayan bir kamçının yanıcı izi gibi çarpan o emsalsiz anlatım dilini yakalamıştır.
O Malaparte ki, hiç kimse onun kadar çarpıcı ve öz bir biçimde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatamamıştır. Ve röportajları ile Yirminci Yüzyıl’ın en önemli yazarları arasına girmiştir.
Malaparte’nin röportajları dönüşüm geçirerek, bir anlatım ögesi niteliğine bürünerek bir dil biçemi olarak Annaud’un sinema diliyle bütünleşmiştir.
Annaud herhangi bir rejisör değil. Daha önce Ateş ve Ayı filmlerinden hatırladığımız yönetmen çağdaş sinemanın en büyükleri arasındaki yerini şimdiden aldı.
“Tanrı’nın ayrıntılarda gizli olduğunu” bilen bir sinema ustası ile karşı karşıyayız. Ateş filminde ateşi keşfeden ilk insan topluluklarının macerası anlatılırken o filme mahsus olmak üzere ünlü dilbilimciye (Burgess ), özel bir dil sipariş etmişti! Tarih öncesi bir insan toplumunun konuşabileceği bir dil sırf o film için özel olarak tasarlanmıştı. Ve filmde bu suni dil konuşuluyordu !
İşte Annaud, Stalingrad Muhasarası’na böylesi bir sinema adamı titizliğiyle yaklaşıyor.
Filmin ana öyküsü ile tali öyküleri birbirlerini destekleyerek ve organik bir biçimde bütünleyerek gelişiyorlar.
İkincil karakterler öyküyü senaryoyu ve filmi zenginleştiriyorlar.
Zaitsev’i öldürmek üzere gönderilen prestijli Zossen Atıcılık Okulu’nun isim yapmış komutanı Binbaşı König’in, henüz Sovyetlerle Nazi Almanyası saldırmazlık paktı imzaladıkları dönemde, öğrencisi olmuş ve Zaitsev ile birlikte Sovyet’lerin Keskin Nişancılar Bölüğü’nde çarpışan bir Koulikov tiplemesi, Binbaşı König’i izlemek amacı ile kendisinden yararlanılan küçük kunduracı Sacha’nın dramı güçlü bir senaryonun zenginleştirici ögeleri olarak karşımıza çıkıyorlar.
Fakat filmin asıl önemi, ana öykünün bir üst dil ile bütünleşmesidir.
Konuyu açalım. Ve ana öyküye dönelim.
Keskin Nişancı Bölüğü, kısa zamanda savaşın kazanılması için Rus halkında bir ümit kapısı açar. Bölüğün as nişancısı olan Vassily Zaitsev bir kahraman olur. Parti gazetesinde resmi basılır. Stalin’den övgü alır. Tüm Rusya’dan mektuplar yağar kendisine. Danilov öyküyü siyasileştiren ve imal eden beyindir. Ve Almanlar, Zossen Atıcılık ve Nişancılık Okulu komutanı, şöhretli Binbaşı König’i, Zaitsev belasından kurtulmak için Stalingrad’a göndermek zorunda kalırlar.
Savaş, imge ister...
Bu noktadan sonra çarpışan iki zıt rejimin “simge - bayrak” adamları olur kahramanlarımız Zaitsev ve König.
Birer “Savaş İmge”sidirler. Her iki tarafın imgeleminde savaşın sembolleridirler.
Ural’lı çoban Zaitsev proleter Sovyetler’in, Prusya’lı asılzade König ise Naziler’in savaş makinelerini ikinci plana atan birer ulusal imge haline dönüşmüşlerdir.
İşte filmin hayli orijinal olan konusu bu entrika etrafında şekillenir.
Filmde alt dil ustaca kullanılmaktadır. Bir yandan süper prodüksyonlara özgü başarılı savaş sahneleri öte yandan pusuya yatmış keskin nişancıların tüfeğin dürbününden biribirlerinin en mahrem özel ayrıntılarını dikizledikleri o olağanüstü gerilimli sahneler...
Ural’lı çoban Zaitsev ile Prusyalı asılzade Binbaşı König iki ulusun iki ayrı rejimin ölüm kalım boğazlaşmasındaki savaş bayraklarına dönüşmüşlerdir. Bu anlatım alt anlatımlarla birlikte filmin alt dilini oluşturuyor.
Üst dil
Toptan savaşın ölüm kalım aşamasında her iki tarafın birer simgeye sarılarak kendilerine ait bir toplumsal simgesel evren (imajiner) yaratmaları ise filmin üst dilini oluşturuyor.
Burada bir kişisel anımı okuyucu ile paylaşmak istiyorum.
1962 yılıydı. Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, Arif Damar ve bir grup Mavi Yolcu’nun oluşturduğu bir Mavi Gezi’den İstanbul’a dönülüyordu. Çanakkale’den bir gemiye binilmiş İstanbul’a yol alınıyordu. Bir ara Melih Cevdet Anday topluluğa sordu:
-“Troyalılar’dan mı Akhalılar’dan mı yanasınız” ?
Herkes Troyalılar’dan (Anadolu’dan ?) yana olduğunu söylüyor idi ama öne sürülen nedenlerden hiçbiri Melih Cevdet Anday’ı tatmin etmemişti!
Belki de hiç kimse Troyalı’ların Akhalı’larla savaşının. tarihin kadim çağlarından bu yana gelerek bizim bugünkü toplumsal simgesel evrenimizi oluşturan unsurlardan biri olduğunu açıkça söyleyemediği için tatmin olmamıştı sayın Anday.
“Troya’da Ölüm Vardı” adlı yapıtında Anday’ın kullandığı at imajı acaba Türk toplumunun kollektif simgesel belleğinde yer alan at imgesinin, bir sanatçı sezgisi ve bilinciyle Troya Efsanesi’nin toplumsal simgesel evrenimizde aldığı yeri çağrıştıran bir öge olabilir mi ?
Hektor ile Akhilleus
Stalingrad Muhasarası’nın filmi “Kapıdaki Düşman” filmine dönecek olursak, Jean-Jacques Annaud’nun karşı karşıya gelen iki keskin nişancının kimliğinde, sadece Nazi rejimi ile Sovyet rejimi’ni simgeleyen bir alt dil kullanmadığı görülür. Annaud, aynı zamanda ve koşut olarak, bir teknolojik meydan savaşının kadim çağlardan gelen iki toplumsal simgesel evrenin çarpışması haline dönüştüğünü vurguluyor. Zaitsev ile König’in eksi otuz derecede Volga ırmağı kıyılarında birbirlerini kollamaları, Troya - Akha savaşındaki Hektor ile Akhilleus’un teke tek vuruşması efsanesine dönüşüveriyor bir üst dilde.
Ve bu kez otuz küsur asır sonra yenilen Hektor değil Akhilleus oluyor !?
ALT DİL’ e dönüş...
Ancak...
Ancak üst dilden alt dile geçtiğimizde, yani filmin entrikasına doğru yeryüzüne bir iniş yaptığımızda nevzuhur Hektor’un zaferinin pek de kalıcı olmadığını görüyoruz.
Zira, Sovyetler’in zaferi kurulacak olan yeni dünyanın başarılı olacağı anlamına gelmemektedir.
1942 yılı Nazizm’in yükselişinin dönüm noktası olmuştur ama, muzaffer olarak görünen Zaitsev’in tarafını da orta vadede yıkım beklemektedir. 1942 yılında Mayakovski çoktan intihar etmiştir. 1932 - 1936 yılları arasında Sovyetler’in kurucu kadroları başta Trotski olmak üzere tasfiye edilmişlerdir. Filmin kahramanlarından siyasi komiser Danilov savunduğu sistemin çıkmazlarını görerek ve bir umutsuzluk içinde terki hayat edecektir.
Danilov’un, Zaitsev’in König’i haklayabilmesi için kendini feda ettiği o sahnede Zaitsev’e anlattıkları unutulabilir mi ?
“Biz Sovyetler olarak eşit bir topum kurmayı hayal ettik. Komşuların birbirlerini kıskanmıyacakları bir toplum. Oysa her toplumda zenginler ve fakirler olacaktır. Yetenek zenginleri, yetenek fıkaraları, sevgi zenginleri, sevgi fıkaraları” !
Stalingrad savunmasının kahraman ve acımasız komutanı Kruşçev’i ise benzer bir son, üstelik sistemin tepesinde iken, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri iken, yirmi iki yıl sonra 1964’te beklemektedir! Ve 1991 yılında, “inandığım ve uğruna çarpıştığım her şey çöktü” diyerek intihar eden Mareşal Akromeyev kim bilir o sırada nerededir? Hangi muzaffer birliğin başında Almanlar’ı kovalamaktadır ?
Sonuç olarak...
Sonuç olarak , güçlü bir senaryo, sinematografik olanakları ve teknikleri kusursuz olarak kullanan ve fakat bir süper prodüksyonun sathiliğine düşmeyen, entrikanın ve alt entrikaların mükemmel bir biçimde birbirlerine eklemlendiği bir film çalışması ile karşı karşıyayız. Ancak filme bir sinema klasiği çapı veren unsur ise kullanılan temanın aynı zamanda bir üst dile sıçrama kapasitesidir. Kadim savaşlar ile bugünün modern savaşlarının son tahlilde toplumsal imgelemde benzer kategorileri ifade ettiklerini vurgulayan mesajı ile “Kapıdaki Düşman” filmi uzun zaman belleklerimizden çıkmayacaktır.
13 Ekim 2007 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder