13 Ekim 2007 Cumartesi

“Anın Sırad Köprüsünden” “Tüm Zamanların Kardeşliğine”

“Anın Sırad Köprüsünden” “Tüm Zamanların Kardeşliğine”

Raşit Gökçeli, Nisan 2002


Vecdi Çıracıoğlu’nun 1999 yılı Can Yayınları İlk Roman Ödülü’nü elli beş dosya arasından “sıyrılıp” kazanan yapıtı, “Kara Büyülü Uyku”, (1) bugünlerde Kırmızı Yayınları arasından, yazarın bir başka yapıtı ile (Cimri Kirpi), yeniden yayınlanıyor.

Yayınlanışından bu yana üç sene geçmesine karşın, gündemden düşmeyen “Kara Büyülü Uyku” öyle anlaşılıyor ki elli beş dosya arasından sıyrılmanın ötesinde özellikler taşıyan bir yapıt.

Bu nedenle yerinde bir seçim yapan Can Yayınları Ödül Kurulu’nu, Can Yayınları ile birlikte bu ilginç romanı gerektiği biçimde sunduğu için kutlarken, yazarın romanının üçüncü baskısının yeni bir yapıtı ile birlikte okuyucuya ulaşmasının da edebiyat severler için iyi bir haber oluşturduğunu düşünmekteyim.

“Kara Büyülü Uyku” çok uzun sayılmayacak bir roman. Ama yazar yüz altmış sayfa içerisinde çok ilginç ve nitelikli bir yapıt ortaya koymayı başarmıştır.

Yapıtın ilginç olan yönü, toplumsal imgelemimizde ortak bir yer işgal eden İstanbul’un Fethi hadisesini roman tekniğine uygun olarak ve felsefi bir boyutla ele alması.

İstanbul’un Fethine ait bir motif olan büyük topların döküm macerasının örgüsü altında, teknoloji, felsefe, imajiner ve zaman parametreleri hamur edilerek ve çok detaylı teknolojik süreçler edebi bir dille anlatılarak okuyucuya insanlığa ait bütünsel ve özgün bir anlatı sunuluyor.

Çıracıoğlu, söz konusu anlatıyı okuyucuya aktarırken, çok zengin bir hava (ambiance) yaratarak, adeta belirli tarihsel bir zaman kesitine ait olay ve kahramanlar değil, tüm zamanlara ait kahramanlar ve insanlık durumları sunmayı başarıyor.

Söz konusu başarı anlatının detay ve dil zenginliği içermesinin yanısıra, anlatı ile koşut olarak daima kendini hissettiren bir felsefi duruşun sunulan teknolojik macerayla içiçe ele alınmasından kaynaklanıyor. “Kara Büyülü Uyku”da anlatının özgünlüğü, anlatıdaki edebi yetkinlik, temanın felsefi boyutu arka planda mevcut tutularak, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak var oldukları için başarılı bir edebiyat yapıtının olmazsa olmaz koşulları sağlanmış bulunmakta. “Kara Büyülü Uyku söz konusu niteliklere sahip bir yapıt.

1453’te İstanbul’u fethederek Osmanlı’yı Doğu Roma’nın ve giderek belki de Batı Roma’nın da hakimi kılarak bir dünya imparatorluğu kurmayı düşleyen Fatih, grejuva ateşine karşı, kalın Bizans surlarını yerle bir edecek toplara (azap) ihtiyaç duymaktadır.

Bu iş için bir macar döküm ustası olan Verbain ile, Asomata’ya (Rumelihisar) yerleştirilen Yannis adlı bir dökümcü, teknik bilgilerine binaen, Osmanlı Hakanı tarafından istihdam edilirler.

Roman söz konusu topların dökülmesinin, yani o dönem için bir teknolojik aşamanın gerçekleştirilişinin anlatısıdır. Bizans surlarını dövecek olan top azmanının dökümü ve bu dökümün süreci, ayrıntılı ve renkli bir biçimde aktarılıyor.



(1) Vecdi Çıracıoğlu, Kara Büyülü Uyku, Can Yayınları, 2000, 2. Basım.



Ancak teknolojik bir yenilik oluşturan “dikey döküm” yöntemi, romanda bir roman kişiliği ölçüsünde önemli bir yere sahip. Fatih’i muzaffer kılacak olan topu döken ustaların oluşturdukları döküm teknolojisi, döküm ustalarının yaptıkları işe karşı duydukları aşk ve ihtirasa varan tutkulu yaklaşımları, romanda kullanılışı itibariyle, teknolojinin yalnızca bir ürün (top) olarak ele alınmadığını, bir bilgi birikimini ifade ettiğini, felsefi duruşu gerektiren bir kültürel öge olarak algılandığını ortaya koyuyor.

Verbain için olmasa bile yardımcısı Yannis için uyguladıkları teknoloji sadece ün ve para sağlama aracı değildir. Onlar yarattıkları teknik ile aşka varan bir tutku ilişkisi sürdürürler.

Ahmet İnam’ın “Teknoloji Benim Neyim Oluyor” (Metu Press, 1999, s.24) adlı yapıtında belirttiği gibi, “Teknoloji… bir anlama, etkileyerek anlama çabası olarak görüldüğünde içinde kuramı, hüneri, hesap tekniklerini ve akılsal eylem ögeleriyle, insanın ‘Ben kimim? Ne yapıyorum? Neredeyim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Gerçeklikle olan ilişkilerim nedir?” gibi felsefi tabanlı sorularına yanıt arama olanağı sağlayan bir yapı taşıyor ve bu niteliğiyle yalnızca bir ürün değildir. Tinsel boyutu olan bir süreçtir.”

Yannis’in döküm sürecini ne şekilde algıladığına ilişkin aşağıdaki bazı alıntılar, teknolojinin anlatı içerisinde kazandığı oylumu ve boyutu örneklendiriyor:

“O anda katı metali eriterek döküm yapmanın, aşk olmadan hiç bir işe yaramayacağını anladım… Aşk sıcaklığı, ergimiş metali dökerken bedenimi dıştan yalayan sıcaklık gibi değildi. İçten ve derinden gelen magma gibiydi.” (s.15).

“Çocukken dökümhanede çalışırken ustamın kalıbı kapatmadan önce, malasını dizinin altına saklayıp onu bana dakikalarca arattığını, bulamadığımı söylemek için geri döndüğümde, kalıbın en önemli yeri olan eriyik metalin girdiği yolluğu açıp, hatta daha da fazlasını yaparak kalıbı kapattığını hatırladım… Birkaç kez tekrarladıktan sonra ben de istediğini arıyormuş gibi yapıp izbe atölyenin kuytu bir köşesinden onu gözetliyordum.” (s58).

“Birbirlerine düşman ordular uzaklaştıklarında, onları barındıran eriyik metal sakin ve uyur durumda kendine gelerek katılaşıyor, sağlam döküm, kalıp bozulduğunda ortaya ortaya çıkıyordu. Eriyik metal katılaşırken birbirleriyle çarpışan ordular, dökümdeki ‘dengeler’di. O, bu dengelerin birçoğunu uzlaştırmasını biliyordu. (s65).

“Ne olur, ey bizi ve yeryüzünü yaratan Tanrım, metali dökerken beni de o kalıbın içine sok…” (s.66).

Teknolojik sürecin anlatımındaki detay zenginliğine birkaç örnek:

“Maçahanede Verbain’in istediği çap ve büyüklükte ince sazlardan yuvarlak bir sepet örüldü. Pamuk ipliğinin üzerine balmumu sürülerek hazırlanmış sicimler uzun sepete yukarıdan bağlanarak aşağıya doğru sarkıtıldılar ve belli aralıklarla sabitleştirildiler. Bu arada bezir yağları bakır kaplara konarak kaynatıldı. Taze manda tezekleri didiklenerek lif haline getirildiler. bunlar beziryağı kazanlarına atıldı ve uzun süre karıştırılarak harmanlandılar. Ortalığa dayanılmaz bir koku yayılıyordu. Etkilendiğim anlaşılmasın diye, arada kazanların yanına gidiyor ve bulamacın olurluğunu ölçermiş gibi öyle içine bakıyordum. Kazanlar soğumaya bırakıldı. Az sonra ılık duruma gelen bulamacı yavaş yavaş sepetin üzerine sürmeye başladık.” (s.71).

“Tamamlanan maça, tepesinde kanca yeri bırakılarak nemini çekmesi için maçahanenin bir köşesine, yeni doğmuş bebeğe gösterilen özenle bırakıldı.
Sabah erken maçahaneye geldiğimizde maça, nemini çekmiş halde porte başından balmumu iplerle sarkarak duruyordu. Macar Verbain balmumlu ipleri maçanın içinden yavaşça çektirdi. Balmumundan ötürü, pamuk ipler kolayca çıkıverdi.” (s.72).

“Hazır olan kalıp içine akıtılacak sıcak çorbayı bekleyen bakır karavanaya benziyordu. Metali ocaktan kalıbın içine taşıyacak olan yolluk dudağının sehpaları da, büyüklük sırasına göre, ocağın ağzı ile kalıbın bataklığı arasına yerleştirildi. Sehpaların üzerine dudak konuldu, yatağına da kor hale gelmiş odun kömürleri bolca yerleştirildi. Bu yanmış kor kömürler, soğudukça, döküm başlama anına kadar tazelenecekti. Dudak sıcak olmalıydı. Eriyik metal yuvasına girene kadar tek havaya açık yer orasıydı. Dudağın sevgilisi sıcak metal, sıcak zemin sever, sıcağı daha iyi öperdi.” (s.74).

Kitabı okuyanlar doksan üçüncü sayfa ile doksan beşinci sayfa arasındaki anlatım zenginliğine dikkat edeceklerdir.. Sanıyorum ki bir edebiyat yapıtında ulaşılması gereken detay zenginliği, dikey top dökme tekniğinin anlatıldığı bu sayfalarda fazlasıyla mevcut.

Şimdi de romandaki anlatım zenginliğini destekleyen sözcük çeşitliliğine birkaç örnek vereyim:

“Maça, tezek maça, şayka, azap, sala, arda, porte başı, falya, ispatsi, şamot, bataklık havşa, yolluk dudağı, ‘sıcağı öpmek’, vezin, vezin malzemeleri, çatma, vezinlerin çökmesi, ocak çatması, kalay demetleri, kalıbın hava çıkıcıları, kalıbın bataklığı, şamot toprağı, gelberi, gaz boşaltma yolları, kulak-halka, topun dik kalıplanması, topun dik dökümü, topun yatay kalıplanması, topun yatay dökümü, maça kaçıklığı.”

Romandaki anlatı zenginliği ve dakiklik (presizyon) çabası yalnızca döküm sürecini kapsamıyor. Rumelihisarı’ndaki mabet ve zevk evlerinin anlatıldığı Bizans toplumunun kültürel özelliklerine ait bölümler ile balıkçılık terimleri de okuyucuya zengin bir kelime dağarcığı sunuyor.

Zindandelen, ilerya, aterina, çaça balıkları, manyet ağları, andonto, pina bunlara ait bazı örnekler.

“Kara Büyülü Uyku” romanı böylesi bir anlatım zenginliği eşliğinde, bizi ortak toplumsal imgelemimizde yer alan “İstanbul’un Fethi”ne değişik bir pencere açıyor.

Öylesi bir pencere ki o dönem için olduğu kadar bugün için de geçerli olan insanlık hallerini sunuyor bizlere.

Çıracıoğlu’nun romanı, gücün ve teknolojinin peşindeki insanın, toplumların asli sorunlarının, tarihsel zaman boyunca değişmediğini, değişenin bizzatihi insan değil, sadece insanın günümüzde ulaştığı konum olduğunu hatırlatıyor bizlere. Bir başka ifade ile Fatih dönemindeki insanın bizden farklı olmadığını, farklı olanın bulunduğumuz koşullar olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.

Roman söz konusu boyutları ile Türk toplumsal imgeleminde (imajiner) yer alan İstanbul’un Fethi’nin oluşturduğu bir doku üzerine klasik temaları başarı ile monte ediyor.

Felsefe ile teknolojinin, zaman ile toplumsal imgelemin ilişkilerini zengin bir anlatım tekniği ve sürükleyici bir entrika ile (ilk kez imal edilen topun başarılı olup olmayacağı, ya da teknik kişiler ile ricalin ilşkileri entrikayı sürekli canlı tutuyor ) bizlere yansıtıyor.

Dökümcülük tekniği ile giriştiği kişisel didişme, bugünün emeğine yabancılaşmış insanının eksikliğini hissettiği yaşam zenginliğini, doğrudan bilinçli olarak algılamasa bile Yannis’in de sorunu olduğunu bizlere anımsatıyor.

Verbain ile Yannis’in macerası, teknolojiyi kültürel boyutundan, felsefi boyutundan hatta hatta aşk ve tutku boyutundan sıyırıp devlet katının dar kulvarlı labirentlerine sıkıştırıp tıkıştırmaya çalışan egemenlerin çabaları, bin dört yüz ellilerde de mevcuttu, iki binlerde de geçer akçe…

“Kara Büyülü Uyku”, yalnızca toplumsal imgelemimizde yer etmiş bir tarihsel olayın kahramanlarını ete kemiğe büründürmekle kalmıyor. O kahramanları teknolojik, kültürel ve insani boyutları ile bugüne ve tüm zamanlara taşıyor.

Vecdi Çıracıoğlu’nun romanı bu yönüyle tarihsel bir an’ı ve zamanı daha geniş bir boyuta kavuşturuyor. Zamanı genişletiyor.

Bin dört yüz ellilerde yaşanmış bu zaman kesiti ve söz konusu anlatıdaki kahramanlar, tüm zamanları kapsayan bir evrensellik boyutu kazanıyor. Hem de ayrıntının zenginliği ve çeşnisini okuyucuya sunarak.

Toplumsal imgelemimizin gergefinde dokunmuş bir anlatı niteliğindeki Çıracıoğlu’nun “Kara Büyülü Uyku” romanı söz konusu özellikleriyle edebiyatımızda kalıcı bir yer edinecektir.

Hiç yorum yok: