13 Ekim 2007 Cumartesi

Non Dolet

Non Dolet *

Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları, İstanbul, 2004 403 s.

Raşit Gökçeli
Ekim 2004


(*) Non dolet : “Paete non dolet !” Milattan sonra 42 yılında Roma senatörü Paetus imparator Claudius tarafından intihar etmeye zorlanır. Kendini öldürecek cesareti bir türlü bulamayan Paetus’un karısı Arria hançeri kaparak göğsüne saplar. Korkak eşine: “Paete acımıyor ki” diyerek hançeri ona uzatır. Ölümsüz, tanrısal bir söz olarak tarihe geçen bu hitap Arria kişiliğini tüm zamanların bir kült karakterine dönüştürür.


Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi” romanı ve “Nehirler Denize Kavuşur” öykü kitapları yayınlanmıştı. Çıracıoğlu’nun tüm kitapları şimdilerde İthaki Yayınları tarafından yayınlanıyor.

Roman 1960 İstanbul’unda yer alıyor. Türkiye birtakım olaylara gebe. Tarlabaşı’nda Bukowski’yi anımsatan “garip” ekolü içerisinde yer aldığını sanan, berbat şiirler yazan, Asaf Halet Çelebi hayranı marjinal bir şair, bir yığın psikolojik bunalım içerisinde kişiliğinin derinine sızmış iblislerle ayıboğan güreşi yapmakta.

“Aynada kendime baktım, yüzüm yoktu !

... Silik aynada bir karafatma, bir hamamböceğiydim. Bir süre öylesine, kendimi seyrederek kalakaldım.”

Kafka’yı çağrıştıran bir nevroz anlatısı ile karşı karşıya olduğumuzu daha romanın ilk başlarından kavrayabiliyoruz.

“Fareydim ... Belki de yaratıcının casusuydum bu hayatta...

....ben bir piranha mıyım? Hayatın neresinde duracağımı bilemediğim zamanlardan sonra bir piranha olmaya çalıştım ama olamadım...”

Anlatı, bilinç akışları ile harmanlanarak bunalım, okuyucuya derinlemesine sunuluyor.

....evet ötekilerin düşleri çok kötü kokuyor ama düşlerimi faka bastırarak korkutup çürütemeyecekler...”

“Henüz uzmanı olmadığım düşlerime yavaş yavaş ısındığım .. ağır kapıların ardındaki bir düşe ulaşabilmek için sürgüyü içeriden açmayı bilmediğim zamanlardı ..”

“Şiire başladığım yıllardı. Adımdaki “H” ve iki tane “T”den birini çıkarttım ve adım Faretin oldu...”

“Yazmanın sıfır noktası ve üretim rahminin bulunmayışı belki çok eski bir unutuştan, bir hatırlamayıştan kaynaklanıyor...”

“Bir hülyam var, nedenini kendimin de bilmediği; insanın itaatsizliğinin itaatsizlikle yok edildiği bir dünya yaratmaktan geçiyor. Tek arzum, önce bu coğrafyada, ardından dünyanın çeşitli yörelerinden Bilge Serserileri bir araya toplayarak günlük yaşamdan uzak, maddi dünya nimetlerini dışlayarak yeni bir yaşam yaratmanın temellerini atan Serseri Standartları Sempozyumu’nu hayata geçirmek.

Acı çeken insanlığın geleceği bana göre, “Serseri Standartları Sempozyumu’nda yatıyor.”

İşte sempozyuma sunulacak “1.no.lu manifesto”dan alıntılar :

“Dostlar,

Kısacası insanın onuruna duyduğum inanç onun dünya üzerindeki en büyük serseri olmasına dayanıyor... O, insan onuru ve bireysel özgürlüğün şampiyonudur, zaptedilecek en son insandır...

... hiçbir insan bilgenin bilgeliğinden, deliliğin bilgeliğine ilerlemedikçe ve ilk önce yaşamın trajedisi ve daha sonra komedisini hissederek gülen bir filozof haline gelmedikçe, onun bilge olabileceğini düşünmüyorum...”

İşte trajedi ögesine gelmiş bulunuyoruz. Kundera’nın Belleğin Tiyatrosu (Le Monde Diplomatique, mayıs 2003) adlı denemesinde belirttiği gibi modern dünyanın insanlığa verdiği en büyük ceza trajedi kavramının bizi terk etmiş olmasıdır.

Faretin’in bunalımlarının artması sonucunda kısa bir süre için psikyatrik tedavi görmesi amacıyla bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine (Büyü(k) Ev) kapatılır. Bir yolunu bulup oradan kaçmayı başarır ve yolu İstanbul’un 1960’lı yıllarda henüz doğal özellikleri kaybolmamış olan sakin bir Boğaziçi köyü olan Rumelihisar’a düşer.


Roman kahramanı (şair ya da Faretin) hem paranoyak aynı zamanda da parafrenik (muhayyelesinde tümden hayali olduğu kadar gerçek ögelerin de birarada bulunduğu bir dimağ) bir kişiliğe sahip.

Şairin (Faretin’in) paranoyak kişiliği onu bir “karşı ütopya” dünyası kurmaya yöneltiyor. Yaşadığı olayları marjinal bir dünya kurgusu çerçevesinde “sistematikleştirmeye” pek meraklı. Bunun için, “adabı muaşeret, bilge serseri becerileri, manifesto, serseri standartları sempozyumu, şeklinde bir ütopik dünyaya ait kurgular icat edip bunları “yazılı hale” getiriyor. Bir bakıma bir ütopik ve marjinal serseriler dünyasının retoriğini oluşturuyor. Kahramanımız Faretin’in kişiliğinin parafrenik özelliği ise onu, marjinal bir serseriler dünyasında, ancak gerçek dünya ile ilişkisini tam olarak koparmamış karakterlerin bulunduğu bir balıkçı köyündeki kişilikler ile de uyumlu bir birliktelik yaşatmayı başartıyor.

Faretin’in “Bilge Serserisi” aynı zamanda insanlığın en büyük buluşlarından biri olan ironiye de sahiptir.

“Bilge Serserinin sonu, hangi miti, nasıl ve şekilde oynarken olacak ? Bilge Serseri, çemberin dışına çıkarken, adımını çeperinin çizgisinin dışına attığında ve metaforuna uğradığında, yaratmaya çalıştığı iyi huylu başka bir dünya neşe içinde, dramdan komediye gülücüklerle merhaba diyen, kendinin şen neferi olacak....”

Faretin, balıkçı köyünde mutludur. Takıntılarından ve psikozlarından tamamen kurtulamamakla birlikte bir süreliğine de olsa göreceli bir dinginliğe kavuşmuştur.

“Mutluyum.

Denizden karaya, karadan denize baktığımda, dünyayı başka bir gözle görmeye başlamıştım.

İşte, şu karşıda Kandilli kıyısındaki küçük cami ve havada süzülen denizin yalnız çocuğu bir martı .. yeşilimsi maviyle birleşen bir kavanoz dibi parlaklığındaki billur gökyüzü..”

Anlatı bu noktadan sonra bir senfoninin allegrodan adagioya dönüşmüş ardıl bir bölümü gibi, dingin bir yapıya bürünüyor. Tornatore’nin Cinema Paradisio (Benim Sinemalarım) filmini andıran renkli ve pitoresk bir havaya bürünüyor. Değişik marjinal kişilikleri betimleyen epizodlar ile “Bilge Serseri” arketipine ait bildirge, manifesto, beceri ve adabı muaşeret bölümleri birbirini izliyor. Kahveci Tevekkel, Delibey, Akyüz Reis, Şıpırt Asım, Kulampara Fatin, Garip, Nakkaş, kah didişerek kah “şarabi ateşi” kafaya dikerek denizden çıkardıkları rızklarını diğer serserilerle paylaşarak günlerini gün ederler. Ta ki
Faretin “Ulu Manitu” tarafından çağrılana kadar.

Bakhtin’in diyalojik monolojik kavramları akla geldiğinde “Serseri Standartları” kahramanı “şair”, “manifesto”, “bildirge”, “adabı muaşeret kuralları” dizisi ile bir çeşit anti-söylem sunuyor roman içerisinde. Bu anti söylem “ romanın anlatı bölümünde dilin kullanışına da yansıyor. İstanbul Boğaz’ının Rumelihisar köyündeki balıkçı reis Akyüz, bilge serseri deli bey, balık ağı tamircisi merametçi Şıpırt Asım ve diğer marjinal kişilikleri kullandıklari dil itibariyle bir alt sınıfın ezikliği içerisinde değil bulundukları karmaşık sosyal dokunun interaksyonlarını ve sosyal değerlerini öne çıkaran bir lisan zenginliği sergiliyorlar.

Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu farklı ve marjinal yaşantıları, pek tanımadığımız, yabancısı olduğumuz dünyaları yansıtmanın bugünün temaşa dünyasında yine de kelimelerle, farklı bir dil ve üslup yaratarak mümkün olduğunu gösteriyor. Çıracıoğlu’nun romanı Ahmed Rasim ve Suad Derviş geleneğini sürdürerek İstanbul’a özgü bazı yaşantıları bu kez 1960’lı yılların İstanbul’unda yeniden değişik bir ortamda ve değişik karakterler yaratarak bizlere yansıtıyor.

Roman kahramanı Faretin’in ve onu pençesine almış bulunan nevrozun, kahramanın sahil köyü Rumelihisarı’nda ilişkiye geçtiği marjinal tiplerle uyum sağlayarak yerini bir çeşit süreli dinginliğe bırakması sadece geçici bir durumdur. Tüm dengelerin değiştiği, toplumsal depremlerin arifesindeki Türkiye’de sığınacak geçici bir liman bulan Faretin’in yazgısı, roman içerisinde ani ve sert bir kesintiye uğramakta. Dolayısıyla okuyucu birey bazında kahramanının kaderini, akıbetini hiçbir zaman bilemeyecektir.

Zaten yazarın bize vermek istediği mesaj da kişisel kurtuluşun olası olmadığı günümüz dünyasında modernite ötesine, küreselleşmeye rağmen, bireyi, özgür ve özgün bireyi, ezmeye tek tipleştirmeye çalışan egemen düzene rağmen her zaman marjinal da olsa alternatif bir dünyayı düşleyenlerin” düş kırıcı misyonerler”in ve “ordularının” varlığına inat var olmayı sürdürecekleridir. Üstelik bu var olma biçimi alternatif bir kültür oluşturacaktır. Tıpkı “Faretin”in parafrenik ve şizofrenik bileşimlerden oluşan kişiliğinin yaratmaya çalıştığı “serseriler” kategorisi gibi. Roman bu mesajı salt manifestolar, bildirgeler ile değil, anlatıda serserilere özgü bir dil oluşturarak da yansıtmaktadır.

Çıracıoğlu’nun yarattığı “bilge serseri” üst kalıbı, kabul edilmiş değerlere ve kurallara karşı bir yaşam biçimi, alternatifi, oluşturanların kim olurlarsa olsunlar “bunun bedelini ödemek” zorunda olduklarının “bilincinde” olduklarını ve bu bedeli cesaretle yüklendiklerini anlatan bir kurgu.

“Bedelin” ödendiği gün ve saat geldiğinde ise akıbet ne denli feci olursa olsun tırsma, korkma, pişmanlık, vazgeçme, dönme, kaçma, kurtulma akla bile getirilmeyecektir. Heidegger’ci Nietche’ci kişilik, tinselliğinin gereğini son kertesine kadar üstlenecektir.

Tıpkı iki bin yıl önceki Arria örneğindeki gibi “non dolet” ; “acımıyor ki !” denilecektir vasat insanlardan oluşan seyirciler topluluğunu oluşturan topluma.

Hiç yorum yok: