13 Ekim 2007 Cumartesi

Sarıkasnak

Sarıkasnak

Vicdanın gözü seni izliyor !

Vecdi Çıracıoğlu, Sarıkasnak, Everest Yayınları, İstanbul, 2006 126 s.

Raşit Gökçeli
Temmuz 2006




Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi”, “Serseri Standartları Sempozyumu” romanları ve “Nehirler Denize Kavuşur” adlı öykü kitapları yayınlanmıştı.

Everest yayınları arasında yayımlanan “Sarıkasnak” romanı, daha doğrusu novella demek gerekir, 1933 yılında bir Karadeniz kasabasında yer alan bir dalgıç öyküsü. Dalgıç elbisesinin başlığı ile elbiseyi birbirine bağlayacak alaşımlı halka, sarıkasnak, dönemin koşullarında o denli kıymetli ki, kullananlar o metal parçasının esiri oluyorlar.

Novella, bu değerlinin değerlisi sarıkasnak ve kullanıcılarının tutkulu, yer yer büyülü serüvenini yalın bir anlatım, arındırılmış fakat klasik kişilik irdelemeleri aracılığı ile basit bir insanlık dramı çerçevesinde bizlere aktarıyor.

Nitelikli olmaları koşulu ile, bilimsel çalışma ile edebiyat eserlerinin ortak özellikleri bulunduğu kanaati beni hiç bir zaman terketmemiştir.

Bilimsel eserdeki varsayımı irdeleyebilmek amacı ile değişkenlerden birçoğu sabit kabul edilip belirli bir değişkenin üzerinde yoğunlaşılır, edebiyat eserinde de bu özelliğe sıkça rastlanır. Özellilkle trajedilerde örgü ana bir gerilim unsuru etrafında düğümlenir. Yine anlatımda çok katmanlılık, basit dil, onun üzerinde yer alan ve okuyucunun konuyu çözebilmesi için belirli bir altyapıya sahip olmasını gerektiren üst dil, bunların bir arada birlikte birbirlerini engellemeden, ezmeden ve uyum içerisinde var olabilmeleri hem bilimsel eserin hem de nitelikli edebiyat eserinin olmazsa olmaz koşullarıdır.

1933 yılı ilkbaharında ve Hıdırellezinde “Dünyanıngözü” adındaki Karadeniz kasabasında yer alan olayın yer ve zaman seçiminden itibaren başlıyor Vecdi Çıracıoğlu’nun eğretileme yağmuru.

Çünkü novellada anlatılan en “arındırılmış biçimi” ile insan vicdanının macerası. Kendine yediremediği, yakıştıramadığı, yaşadığı dönemin etik kodları ile uyuşmayan bir edimin insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatan klasik bir anlatı sunuyor Çıracıoğlu bizlere. En azından kitabın “alt okuması” böyle.

Önce 1933 koşullarından başlayalım. 1933, dünya kapitalizminin bunalım yılı. Halk kitlelerinin işsizlik, yokluk, açlık her türlü felaket ile karşı karşıya kaldıkları bir dönem. 1933 aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin, Almanya’da Hitler nazizminin iktidara gelmesi ile duyulmaya başlandığı dönem. Genç Türkiye Cumhuriyeti yıkılan imparatorluğun küllerinden yeniden dirilmeye, savaş ve yokluktan kurtulmaya çabalamakta. Güdümlü ve otoriter bir modernizmin liderliği altında yol almaya çalışırken otarşik eğilimlerin etkisi altında dünyadan kopuk bir görünüm içerisinde. “İnkılabı” savunma psikolojisi, başlıca tasa. “Mübadele” politikaları, “kabotaj” yasası benzeri “yabancı sermaye” karşıtı önlemler söz konusu tasanın açığa çıkan belirtileri.

Böylesi bir ortamda 19. asırda batıya yönelik tomruk ticareti bitmiş, mübadele dolayısıyla nitelikli işgücü nerede ise yok olan kasaba oldukça tekdüze bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip. Sabahattin Ali, Sait Faik, Yaşar Kemal’lerin anlatımlarından aşina olduğumuz bir coğrafya “Dünyanıngözü” kasabası.


Dünyadan yalıtılmış bu Karadeniz kasabasında metaforlarla, simgelerle bezenmiş bir dünya yaratmakta gecikmiyor Çıracıoğlu.

Çıracıoğlu’nun, romanının belki de başlıca tipi olan Camgöz Reis’in Çanakkale savaşında kaybettiği gözünün boşluğuna taktığı “cam göz” ile kasabanın adı olan “dünyanın gözü” arasındaki üst üste düşüşün rastlantısal olmadığını novellayı okuyulanlar anlamakta gecikmeyeceklerdir.

Camgöz Reis’in arkadaşları “Hortumcu” ve “Çıkırıkçı” vicdanlarını rahatsız eden hareketlerinden sonra “vicdanın gözü” tarafından bir türlü rahat bırakılmayacaklardır. Taa ki “emaneti” geriye iade ettikleri ana kadar. Vicdanları ancak o an huzura kavuşacak tepelerinde zebella gibi dolanan “vicdanın gözü” ancak o koşulla yakalarından düşecektir.

Elbette ki modernite öncesi bir zamandan söz etmekteyiz ve Orwell dünyasının “kirlenmiş gözü” “Dünyanıngözü” kasabasına henüz uğramamıştır.

En arınmış hali ile vicdan…

Ve vaki olur ki Kain, muhtemelen kıskançlık yüzünden, Habil'i öldürür. Bunun üzerine Tanrı, sanki olan bitenlerden haberi yokmuş gibi, Kaine sorar: "Kardeşin Habil nerede?". Kain "Bilmiyorum" diye yanıt verir. Tanrı kendisine: "Ne yaptın? Kardeşinin kanının sesi topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanetlendin; o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı; toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın" der (Tevrat/Tekvin, Bap 4: 9-13).
Kain Tanrı'ya seslenir: "Cezam taşınamayacak derecede büyüktür. İşte bugün, toprağın yüzü üzerinden beni kovdun; ve senin yüzünden gizli kalacağım, ve yeryüzünde kaçak ve serseri dolaşacağım; ve vaki olacak ki, her kim beni bulursa, beni öldürecektir" (Tevrat/Tekvin, Bap 4:14-15)
Bu sözler Kabil'i öylesine hiddetlendirir ki, nefsini yenemeyerek bir vuruşta kardeşi Habil'i öldürür. Kur'an'da söyle yazılı: "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu" (K. Maide 30)
"Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona (Kabil'e) göstermek için yeri eseleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) :-'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim'- dedi, ve ettiğine yananlardan oldu" (K. Maide 31) 53
Söylence insanlığın tarihi kadar eski. Rivayet edilir ki “bir göz”, vicdanın gözü, ki tanrının ve gazabının simgesidir, de Kain’i o meşum hareketinden sonra tepeden izler ve işlediği günahı sürekli biçimde anımsatır. Kain bu ilahi kınamanın yükü altında bir daha iflah olmaz.
Çıracıoğlu, Sarıkasnak’ta böylesi kadim bir temayı nerede ise klasik ve dolaysız bir anlatım ile okuyucuya aktarıyor.
Arınmış vicdan, damıtılmış kişilikler. Ama basit değil. Bir üst okumayı gerektiren bir anlatı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Çıracıoğlu bu anlatıda nakletmeye mezun bulunmadığım bir tasarısı için hazırlık yapıyor.
Zihnin en damıtılmış hali, dimağın en arındırılmış biçimi kimi koşullarda insan trajedisi ile öylesine kesişebilir ki…
İlk bakışta bir “Küçük Prens” sadeliği ile karşılaşan okuyucu Çıracıoğlu’nun yazarlık serüveni içerisindeki “epikriz” hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan alelacele hüküm vermemeli.
Sarıkasnak novellası içerisinde Vecdi Çıracıoğlu’nun pek sevdiği motifler fazlası ile yer almakta.
Bunlardan biri Çıracıoğlu’nun “an” ile ilişkisi. (*) (**) (***) (****)
Çıracıoğlu, “an” a iade-i itibar eden bir yazar. Eserlerinde “an” ın değeri yücetilir, “an” adeta bir büyüteç aracılığı ile en ince ayrıntısına kadar ve üzerinde durularak alabildiğine ayrıntılı biçimde nakledilir.
Çıracıoğlu, “an züğürdü” olan insanı mazi ve ati ile “anların kardeşliğinde” buluşturarak faniliğine, umarsızlığına bir nebze de olsa teselli sağlar romanlarında.
Çıracıoğlu daha önce kitaplarını okuyanların anımsayacağı üzere cansız nesneleri roman kahramanı tiplemesi olarak kullanmayı sık sık yeğliyor. Novellaya adını veren sarıkasnak bu açıdan da bir istisna oluşturmuyor. Öylesine ki kitabı ele aldığımda Çıracıoğlu’nun metalürji mühendisi olmasından ve “Kara Büyülü Uyku” romanındaki unutulmaz dökümcülük macerasının anısı ile sarıkasnak objesinin imalatı ile ilgili bir serüven ile karşılaşmayı beklerken bu kez yine kültleştirilmiş obje ile ilgili ama değişik türde sürprizli bir anlatı ile karşılaştım.
Öte yandan metaforların alabildiğine kullanıldığı novellada tiplemelerden birinin cansız bir nesne olan sarıkasnak olmasının yanı sıra “halka”, “yüzük” temalarının edebiyatta sıkça ve bol kullanılan simgeler olmaları da bence anlatıya renk ve çeşni katıyor.
Çıracıoğlu bu novellasında da sözcük dağarcığını zenginleştirmeye gösterdiği özeni anlatı çerçevesinde sürdürüyor.
Kitabın arkasında yer alan kırk sekiz sözcüklük lügatçe içerisinde yer alanlardan birkaç tanesi şöyle: Çantı, hartama, Hoyratdeniz, kabaret, kuşna, tutarga, tutaşka, yaldanak, zelepür.
Bir de lügatçede yer almayan ve bana kalırsa alması gereken en az yirmi sözcük daha saptadığmı eklemek isterim. İşte birkaçı: buğz, cibre, göynek, kebzeci, varyoz, yalkandak.
Sarıkasnak, novellasının Çıracoğlu’nun yazarlık serüveninde bir “halka” oluşturduğunu düşünüyorum. Anlatının sıra dışılığı, renkli ve metaforik özelliklerinin de okuyucunun belleğinde iz bırakacağı öngörüsünü taşıyorum.











------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Raşit Gökçeli, “Anın Sırad Köprüsünden” “Tüm Zamanların Kardeşliğine” , Vecdi Çıracıoğlu, Kara

Büyülü Uyku, Can Yayınları, 2000, 2. Basım. Nisan 2002.

(**) Raşit Gökçeli, “Cimri Kirpi Gibi Değilsin Kardeşim”, Vecdi Çıracıoğlu, Cimri Kirpi, Kırmızı Kitaplar, 2002.

(***) Raşit Gökçeli, “Öteki Ben’e Bakış”, Nehirler Denize Kavuştuğunda, Boğaza Dair Hikâyât, Vecdi

Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.

(****) Raşit Gökçeli, “Non Dolet” , Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları,

İstanbul, 2004 403 s.

Hiç yorum yok: