13 Ağustos 2009 Perşembe

Üç Öneri _mimarlara çağrı 6.6.2009 söz alışlar

Mimarlara Çağrı Toplantısı – Raşit Gökçeli söz alışları
6.6.2009

(birinci söz alış)

RAŞİT GÖKÇELİ- Teşekkürler.
Odanın altından zeminin kaydığı çok net belli. Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu kuruldu mimarlık mesleği 400 mesleğin dışında sayıldı. Böylelikle yedi meslek ayrı tutulunca sorun kalmaz sandık.
Ama iş öyle değil. Örneğin şu anda değerlendirme uzmanlığıyla ilgili bir kurum kuruluyor, yönetişim esasına bağlı olarak. Türkiye'nin sistematiği yönetişim esasına göre birtakım yetkilerin tam anlamda hükümette değil, hükümetin kanadının azınlıkta olduğu, fakat sivil toplum adı altında, ama aslında özel sektörün hâkim olduğu bir yapıya teslim ediliyor, hadise bu.
Eğitimle ilgili hadise de bence bu. Akreditasyon meselesine baktığımızda mesela İngiltere'de akreditasyon konseptinin ortaya belirgin şekilde çıkması, uluslararası kapitalizmin, finans kapitalizminin iyice başat hale gelmesi ve uluslararası arenada rekabet edebilme gereğiyle koşut ve eş zamanlı olduğunu görmekteyiz.
Dolayısıyla siz meslek grubu olarak, bütün dünyanın tanıdığı bir akreditasyon sistemine dayanmak zorundasınız ki uluslararası piyasada iş yapabilesiniz.
Böylesi bir sorunla karşı karşıyayız. Bunun altından bu Mimarlar Odası yapısı ile çıkılamayacağı gün gibi açık.
Bu nedenle daha önceki “mimarlara çağrı” toplantılarında bazı önerilerde bulunmuştum.
Elbette ki mevcut çağrı metnini de imzaladım. Çağrı metninde yer alan nispi temsil önerisi kanımca biraz eksik yanları bulunsa da.
Nispi temsil ilksinin bence yönetim kurullarına da genişletilmesi lazım, hiçbir zarar da doğmaz bundan. O zaman demiştik ki peki, Odayı mı bekleyelim, yani o adamların, baştaki, yönetimdeki, kireçlenmiş beyinlerin keyfini mi bekleyelim?
Hayır, gölge yönetim kurulları oluşturalım önerisini getirmiş idim.
Ama bunun için talep lazım. Gölge yönetim kurulu, gölge genel kurul oluşturulması, böylelikle meslek odası seçimlerine katılacak alternatif grupların hiç olmazsa kendi aday listelerini kendi iç bünyeleri içinde bizzat kendileri nispi temsil esasına göre belirlemeleri mümkündür. Yönetmeliktir, şudur, budur, vesaire, onları beklemeksizin söz konusu pratik derhal hayata geçirilebilir, bugün dahi geçirilebilir. Yani bunun için yönetmelik beklemek zorunda değiliz.
İkinci bir önerim, yönetimlerin mesleki kamuoyu baskısı oluşturularak program bütçe oluşturmaya zorlanması idi;
Bu da son derece mümkün.
Ortaya etkili 300, 500 tane meslektaş çıkar bu konudaki taleplerini kamuoyuna açıklar.
Bu tür uygulamalar batıda var. Üstelik bu uygulamalar meslek örgütlerinin statülerinde de yer almış durumda.
Bulgaristan’ın statüsünde, RIBA’nın statüsünde, böylesi hükümler mevcut. Yüz (100) tane meslek erbabı çıktığı zaman o yüz (100) meslek örgütü üyesinin öne sürdüğü öneriyi, teklifi, meslek kuruluşları, kendi genel kurullarında önerge olarak tartışmaya mecburlar.
Bir de şunu da önerebiliriz: Oda denetimlerinin bağımsız denetim firmalarına, “audit” firmalarına yaptırılması konusunda baskı yapılabilir.
Tüm bu öneriler, eğer gerçek bir toplumsal talep mevcut ise, hemen yapılabilir.
Gerçekçi olalım, bu kireçlenmiş yönetimlerin imkansız gördüğü şeyleri hemen isteyelim.


(ikinci söz alış )

RAŞİT GÖKÇELİ-
2010’a doğru bir pozisyon, vaziyet almaktan, kendimizi ifade etmekten, problematik bir duruştan bahsedildi. Bundan bahsederken ister istemez Oda’nın şu andaki durumuyla ilgili çok ciddi yöneltilecek bazı eleştiriler var, onlar akla geliyor.
Birincisi Oda’nın Avrupa Birliğiyle ilgili olan tutumu. Oda ne yapıyor bu konuda? Avrupa Birliği’nde birtakım kararlar alınıyor, bu kararlar doğrudur, onun peşinden gidelim diyor. Halbuki şu anda Avrupa Birliği’nin kendisi bu kararları tartışıyor, şu anda 27 tane ülke birbirleriyle boğaz boğaza gelmiş vaziyetteler.
Lizbon şartı olsun, Bolkenstein direktifi olsun bir çok konuda ciddi tartışmalar cereyan ediyor Avrupa Birliği’nin içerisinde.
AB’de nitelikli emeğin eğretileştirildiği, nitelikli emeğin değersizleştirildiğine ilişkin çok ciddi tartışmalar mevcut. Dolayısıyla bu meselelere ilişkin bir bakış açısı olmadan, şu andaki Mimarlar Odası yönetiminin mevcut yönetimler içerisinde belki de en gerici bir yönetim olduğu mimarlara anlatılmadan bu işin içinden çıkmamızın –tartışma grubu olarak- bence olasılığı yok.
Teknik Üniversite’nin kararını yerinde buluyorum, şöyle ki, Avrupa Birliği’nde aramadı akreditasyonu, Amerika’da aradı, çok da isabetli bir iş yapmış İTÜ. Çünkü Amerika’dakiler tam kapitalist sistemle uyum içerisinde çalışıyorlar, onun kuralları çerçevesinde çalışıyorlar, ama hiç olmazsa daha gerçekçi işler yapıyorlar o sistemin mantığı içerisinde.
Bir başka hadise de tüketici örgütleriyle ilişkiler konusuna nasıl bakmamız gerektiği mimarlık meslek grubu olarak.
Elbette mimarlık mesleğinin deprem, eki eserleri koruma vesaire gibi sorunları var, ama bence mimarinin esas sorunları artık finans ve kapitaldir.
Bugün artık her tür yapıyı (gayrımenkul) ışık hızıyla bir finans değerine tahvil ediyorlar ve bu değerler de borsalarda tedavül ediyor, edebiliyor. Mortgage’in (tut-sat) hadisesinin özelliği budur. Bu özellik sadece Amerika’ya veya Avrupa'ya ait bir özellik de değil, evrensel bir özellik, İran da kendi sistemini kurmuş, aynı sonuca ulaşmış. Yani 2008 sonundan 2009’a doğru giderken gayrımenkul alanındaki meşhur kriz doğuran köpükler orada da oluşmuş. Dolayısıyla bu yeni olgulara ilişkin bazı görüşler ileri sürmemiz gerekecek ki kitlesel bir ilgi oluşturabilelim ya da mesleğin itibar ve meşruiyetini sağlayabilelim.
Elbette bu söz alış çerçevesinde ilk konuşmamda belirttiğim üç tane önerim önceliklidir.
Eğer bir iş yapacaksak biz başkalarını beklemeyeceğiz, kendimiz başlayacağız.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Bauhaus yok mu bir yedeğin ?

Bauhaus yok mu bir yedeğin ?

Bauhaus : Modernleşmenin Tasarımı

Derleyen : Ali Artun, Esra Aliçavuşoğlu

İletişim Yayınları, Sanat Hayat dizisi :16


Raşit Gökçeli

Yüksek Bölge Plancısı, Mimar

Temmuz 2009



Ali Artun’un Esra Aliavuşoğlu ile derlediği “Bauhaus: modernleşmenin tasarımı” sanat hayat dizisinin on altıncı kitabı olarak İletişim yayınları tarafından yayınlandı.

Kitap, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin “Türkiye’de Mimarlık, sanat, Tasarım Eğitimi ve Bauhaus’un tartışıldığı bir sempozyum içerisinde yer alan birbirinden değerli akademik sunumları kapsamakta.

Bauhaus akımı modernleşen dünyada sanatı ve mimariyi klasik akademik kanondan kopartıp kapitalist üretimin kitlesel gereksinmeleri ile buluşturmuştur. Ancak Bauhaus çeşitli dönem ve rejimlerin ötesine taşarak adeta aşkın bir nitelik kazanarak, mimariyi ve sanatı çeşitli modernleşme akım ve çabalarının yanı sıra, onlarla koşut bir yol izleyen bir yöntem ve teori olarak adeta her birine uyum sağlamıştır. Bauhaus bu özelliği ile ilginç bir sanatsal ve sosyal bukalemun rolü oynamıştır denilebilir.

Ayrıca Bauhaus’un geç Osmanlı ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat, eğitim, mimari politikaları üzerinde de kayda değer etkileri olmuştur.

Ali Artun “Türk Modernleşmesi ve Bauhaus, Geometrik Modernlik Bauhaus enternasyonali ve Türkiye’ Sanat” başlıklı makalesinde, Osmanlı modernleşmesi ve Alman kültürel nüfuzunu anlatırken, Wilhelm Almanya’sı ile Osmanlı arasındaki yoğunlaşan ilişkilere işaret ediyor. “Alman nüfuzu 1908’deki Meşruti devrim ve Birinci Dünya Savaşı ertesindeki kısa aralıklar hariç, İkinci Dünya savaşı sonuna kadar bütün etkinliğiyle sürecektir. İşte Bauhaus kültürü, bu tarihsel / siyasal çerçevede, yeni yeni kurumlaşan ‘Türk Eğitimini’ne tercüme olmuştur.” (1; s.185) … “Bauhaus’un sözcüsü Walter Gropius’tur. Hareketin tarihine, yakın zamanlara kadar koruduğu resmiyeti kazandıran, onun yazdıkları olmuştur.”… (1; s185) … “Nazi rejiminin okulu kapatmasının ardından Amerika’ya göçen Bauhaus, özgür dünya’nın, liberalizmin, Uluslararası Stil’in tasarım dili haline gelir. Oysa çağdaş araştırmalar, Bauhaus hadisesinin, Almanya’nın tarihinde Gropius’un onu sıkıştırdığı iki dünya savaşı arası dönemden çok daha önceki ve sonraki zamanlara yayıldığını gösterir.” (1; s.187) demektedir.

Bauhaus’un modern kapitalist dünyanın üretim gereksinmeleri ile ilişkisini temellendirmek için Ali Artun’un makalesinden birkaç alıntı daha vermek gerek:
Muthesius ‘dan bahsederken : “…1904 yılında çıkarılan bir yasayla, ilk aşamada altmış bir uygulamalı sanatlar okulunda atölyeler kurulur ve böylelikle, malzemeyi, işlevselliği, imalat sürecini temel almayan geleneksel eğitime son verilir. Üretimin endüstrileşmesini ve piyasanın kapitalistleşmesini hesaba katan modern tasarım pedagojisine geçilir.” (1; s.188)… “Bu ilke, Sovyetler’dekilerdekilerin yanı sıra Alman örneklerinde esinlenilerek kurulan Türkiye’deki Köy Enstitüleri’nde de uygulanacaktır.”… (1; s.188) … “Bauhaus’u hazırlayan önemli bir diğer girişim Werkbund’dur… Werkbund, sanat, zanaat, sanayi ve ticareti kaynaştırarak ‘kapitalizmle kültürü uzlaştırabilmeye’ çabalar.”… (1; s.188) … “Arts and Crafts Almanya’ya transfer olduğunda… Werkbund ve Bauhaus’un modernist- işlevsel ideolojisine dönüşür. (zikreden Jacques Rancière) … Sanat sanayinin, mimarlık mühendisliğin, güzel sanatlar uygulamalı sanatların, form işlevin, bireysel deha devletin ve sermayenin, hayal gücü aklın, düş bilincin … güdümüne girmiştir.” (1; s.189)

“Muthesius ‘Werkbund Tezleri’ başlıklı manifestosunda evrensel olarak geçerli, şaşmaz, gelişmiş beğeninin… ancak standartlaşma sayesinde mümkün olacağını bildirir.” (1; s.190)

“Bay Werkbund olarak da alınan Behrens, …Almanya’nın elektrik endüstrisi devi AEG’nin baş mimarı ve tasarımcısı olur. Gelecekte Bauhaus’u yönetecek Gropius’u, Meyer’i ve Mies van der Rohe’yi yardımcılığına alır.” (1; s .190)

“Nazi rejiminin hem savaş, hem de iletişim araç ve teknolojilerinin tasarımında; ayrıca, Walter Benjamin’in terimleriyle ‘siyasetin estetikleştirilmesi’nde Bauhaus öğrencileri kadar, kadroları da görev alır.” (1; s.191)

“Bauhaus, başka başka merkezlerde başka başka adlarla bürünen enternasyonali temsil eder: Bu enternasyonalin merkezleri Londra (Arts and Crafts), Amsterdam (de Stijl) Paris (pürizm), Berlin (Jugendstil, Bauhaus), Viyana (kinetizm) ve Moskova’dır (konstrüktivizm).”


Ali Artun’un yazısı bize modernleşen dünyanın, kapitalizmin kitlesel üretim gereksinmesinin sanat ve mimari alanlarında karşılığını Bauhaus ideolojisi ile bulmasına ait mekanizmaları önümüze sermekte.

Seçkiye dönecek olursak :

Ali Artun’un giriş yazısından sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Nazan Erkmen’in Bauhaus’u Marmara Üniversitesi ile bağlamlandıran ön yazısı yer almakta.

Daha sonra Esra Aliçavuşoğlu,“Bauhaus Geleneği ve Günümüz sanatına Yansımaları” yazısında ülkemizdeki tatbiki sanat okullarının tarihsel bir açılımını kurucularından da örnekler vererek ele almakta.

John V. Maciuika’nın Bauhaus düşüncesini irdeleyen uzun makalesi “Deutcher Werkbund ve Osmanlı İmparatorlığu : Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Tasarım Reformu; Ekonomi Politikası ve Dış Politika” başlığını taşıyor.

Maciuika bu yazısında 1914 Werkbund kongresini anlatırken kongredeki iki gruptan birinin lideri Hermann Muthesius’un (diğer grup lideri Henry van der Velde) ilkelerinden bahsederken : “…Bundan böyle , diyordu Muthesius, mimaride, endüstride ve uygulamalı sanatlarda oluşturulacak standartlaştırılmış ‘tipler’, Alman imalatçılarının tüketim ve ihraç malları üretiminde ciddi bir artış sağlayacaktı” demekte (1; s.36) devamında: “Bu Almanya’nın ekonomik refah düzeyini yükseltip uluslararası alandaki gücünü artırmakla kalmayacak, küresel ticaret sahasında bütünleşmiş, kendi bilincinde olan ve niteliksel olarak üstün bir ‘Alman stili’ de yaratacaktı. “ (1; s.36) Bu arada Maciuika’nın makalesi okunduğunda Werbund üyeleri arasında Bayer, Benz, ve Bosch gibi şirketler bulunduğu da anlaşılmakta.

Maciuika, Muthesius’un Werbund bildirisindeki önerisinin tarihsel açıdan bakıldığında “ kılavuz ilkeleri, özel sektörün geniş kesimlerini ve küresel ticari dağıtımı devlet güdümünde yeniden düzenleme amacı taşıyan yeni ulusal politikaların, estetik çerçevesinde ifade edilmiş olmakla birlikte en önemli boyutunu oluşturduğunu”n altını çizmekte. (1; s. 37)

Maciuika’ya göre, “bu, mimarların ve tasarımcıların yalnızca karakteristik nesneler ya da binalar tasarlayarak değil, siyasi ekonomik ve endüstriyel düzenlemelerle ilgili kilit meselelerde izlenecek ulusal politika tartışmalarında merkezi bir konuma yerleşerek de tarih yapmaya giriştikleri tarihsel bir andır.” (1; s.37)

Seçki Bilgi Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Dekanı İhsan Bilgin’in Bauhaus’u yaratan dönemin özgül koşullarını irdeleyen “Bauhaus’un Zamanı ve Yeri” adlı makalesi ile devam ediyor.

Seçkinin bir sonraki makalesi ODTÜ Mimarlık Fakültesi Araştırma, tasarım, Planlama ve Uygulama Merkezi, eğitim ve Araştırmada Strateji geliştirme ve Veritabanı Birimi yöneticisi Doç. Dr. Emel Aközer’in Mimarlığın özgürlüğü adlı makalesi ile devam ediyor. Aközer bu makalede Bauhaus’un “bilim tarihçisi Thomas S. Kuhn’un kullandığı ifadeyle, konstelasyon’una” karşılık gelen yönü üzerinde duruyor.

ODTÜ’de yardımcı doçent olan Mine Özkar ise makalesinde “Soyut Düşünme ve yaparak Öğrenme: temel Tasarım Eğitiminin Amerika’daki Başlangıçları” adlı yazısında temel tasarım Eğitimi ile Bauhaus arasındaki ilişkileri irdeliyor.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi MATPUM merkezinde proje asistanlığı yapan ve ODTÜ’de doktora çalışması yürüten Derya Yorgancıoğlu, makalesinde “20. Yüzyılın İlk Yarısında Bauhaus fikirlerinin Amerika Kıtasındaki Yolculuğu” nu irdeliyor.

Yardımcı Doçent Ümit Celbiş, ise makalesinde “Bauhaus’un Alman tasarım Kültürüne Etkilerini” ele almakta, “Bauhaus’un 20. yüzyılın başında, yeni yaşam biçimlerinin ve ona ait nesnelerin biçimlendirilmesinde öncü bir rol oynayan, pedagojik, kültürel ve endüstriyel önemli etki yapan bir kurum” olduğunun altını çiziyor.

Hacettepe Üniversitesi edebiyat fakültesi Sanat tarihi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Zeynep Yasa Yaman, “Bauhaus ve Söylemleştirilen İç Mekan anlayışı: Yeni Yaşam, Yeni Dekorasyon, Yeni Mobilya” adlı makalesinde Bauhaus’un “Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümetleri, aydınları, entelektüelleri, bürokratları üzerindeki etkisini irdeliyor. Zeynep Yasa Yaman’a göre: Cumhuriyet için başka tür bir modernlik özlemi, başka tür aile ve yaşam biçimi öne çıkmış, bu düşüncenin biçimsel kurulumu ve kuramı için Bauhaus öğretisine başvurulmuştur.” (1; s.210)… “Walter Gropius’un 1919 tarihli manifestosunda ‘zanaatçı ile sanatçı arasındaki sınıfsal ayrımı yok etmeye, geleceği hep birlikte kavramaya ve biçimlendirmeye, yeni bir inancı milyonlarca işçiyle kübikleştirmeye’ yönlendiren ‘çağrısı’ Türkiye Cumhuriyeti’nde, ‘Türk milletinde sınıf farkı yoktur’ söylemiyle Anadolu ve köylü gerçeği üzerinden yorumlanıyordu.” (1; s.210).

Doç. Dr. Duygu Köksal, “Cumhuriyet İdeolojisi ve Estetik Modernizm: Baltacıoğlu, Yeni Zamanlar ve Bauhaus” adlı makalesinde “erken dönem cumhuriyet Türkiye’sinde modernist sanat, aydınlar tarafından ne tamamıyla kabul edildi, ne de totaliter Avrupa rejimlerinde ve Sovyet Rusya’da olduğu kadar reddedildi ve kovuşturmaya uğradı” demekte (s.253) ayrıca Köksal, Gazi Terbiye Enstitüsü’nün 1929 yılındaki kuruluşunda Baltacıoğlu’nun kurum için hazırladığı yenileştirme tasarısını da Bauhaus’un etkisi göz önünde bulundurarak irdelemekte.

Prof. Dr. Kaya Özsezgin yeni Adam, Baltacıoğlu ve Sanat” adlı makalesinde Yeni Adam dergisi, Baltacıoğlu, ve dönemin önde gelen kültür adamlarını tanıtmakta.

Prof. Hasan Pekmezci “Bahaus Etkisindeki Eğitim Programları” başlığı altında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü ve Bauhaus (Yeni İnsanın Tasarımı- Yeni bir Toplumun Tasarımı) adlı makalesinde Gazi Eğitim Enstitüsü Resim – İş Bölümü’nün Bauhaus hareketiyle ilişkisi ve bu ilişkinin Türkiye’deki yansımalarını incelemekte.

Mustafa Aslıer, Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu Eğitim İlkelerinin Çalışma Yöntemlerinin Uygulanmasında Alman Bauhaus ve Werrunstschule Adlı Okulların Etkinlikleri adlı makalesinde tatbiki Güzel Sanatlar Okulu deneyimini anlatıyor. Makalede Almanya’dan gelen Prof. Dr. Schneck, okulun çekirdek kadrosunu oluşturan Hayrullah Örs, Hakkı İzet ve Sait Yada ev okulun eğitim programları incelenmekte.

Bircan Ak, “Bauhaus, Schneck ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu (DTGSO)” adlı makalesinde, okul tarihi ayrıntılı olarak verilmekte.

Prof Erol Eti, “Bauhaus Güncellemeleri” adlı makalesinde “Bauhaus örnekli bir öğretim kurumu olan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun gelişmiş bir Köy Enstitüsü olarak varlık gösterdiğini ifade edebiliriz” savı yer almakta.

Prof Ali Teoman Germaner “İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi reform çalışmaları kapsamında yer Alan Temel Sanat Eğitim Dersi ve Uygulandığı On Yıllık Süre (1970-1981) Üzerine” adlı makalesinde kurumun YÖK kuruluşundan önceki deneyimini ele almakta.

İTÜ’den Doç. Dr. Belkıs Uluoğlu “İTÜ Mimarlık Fakültesi’nin Kuruluş Yılları: Holzmeister, Bonatz, Diğerleri ve Mimarlık Eğitiminin Örgütlenmesinde Orta Avrupalı İzler” adlı makalesinde belgelere dayalı ilginç bulgular yer almakta. Kemali Söylemezoğlu’nun arşivinden intikal ettiği anlaşılan belgeler “1928’den itibaren de Technische Hochshule sistemiyle biçimlenen İTÜ’nün geçmişindeki Orta Avrupa etkisi”ni ortaya koyuyor. Uluoğlu’na göre. “İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde Bina 1-2-3 olarak adlandırılan kürsülerce verilen derslerin içeriğine bakıldığında, bu derslerin esasını bina tipolojilerinin oluşturduğu görülür, bu da Beaux-Arts’ın klasikçi-kompozisyoncu üslubunun bina elemanları esaslı bilgisinin tersine, ‘tip’in önem kazandığı bir dile işaret eder; bu da dönemin modernist söylemiyle bire bir örtüşür.” (1; s.371).

ODTÜ’de doktora öğrenciliği devam eden mimar Y. Yeşim Uysal, “ODTÜ mimarlık fakültesi Mimarlık Bölümü’nde 1956-1980 Yılları Arası Eğitim sistemi” adlı makalesinde, “1950’li yıllardan itibaren eğitimde Amerikan yaklaşımlarının kurumsallaşması ve Bauhaus’un Amerika bağlamında ortaya çıkan kurumsal yapısının Türkiye’ye taşınması” irdeleniyor. Uysal’ın makalesi ODTÜ’nün kuruluşunda rol oynayan Prof. Charles Abrams raporunda yer alan ilginç saptamalara yer vermekte. Buna göre Abrams raporunda, ‘Temel Tasarım’ ilkelerini göz ardı eden mevcut mühendislik okullarını eleştirmekte, “finansal bilgi ve deneyimin yerleşmemiş olmasını da mesleği gerileten faktörlerden biri” olarak görmektedir.

Yeri gelmişken, finans bilgi ve deneyimlerinin öneminin 1955’li yıllarda altını çizen yaklaşımın hayli öngörülü olduğunu vurgulamak isterim.

İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu, “İçimizdeki Bauhaus : İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Eğitim Programları” adlı makalesinde, Bauhaus’un bir tarihçesi verilmekte ve Bauhaus Dessau Tasarım Yüksekokulu eğitim programı incelenmektedir. Makale, “yirminci yüzyılın önde gelen avangard isimlerinden hemen hemen herkesin yolunun” Bauhaus ile kesiştiğini saptamakta. Balcıoğlu, Bauhaus örneğinden hareketle eğitimin “bir iş değil, çağın ötesine geçmeyi hedefleyen, kuram ve inançla yüklü, güçlü bir ekiple durmadan süren bir arayış” olduğunu da vurguluyor.

Prof. Günay Atalayer, “Tekstil sanatları Eğitiminde Bauhaus’un İzleri” adlı makalesinde, tekstil Sanatları Bölümü’nün kuruluşundaki uygulama anlayışını ve günümüzde söz konusu anlayıştan arda kalanları irdeliyor.

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotograf Bölümü Başkanı Prof Dr. Barbaros Gürsel makalesinde, Bauhaus’un fotograf sanatı ile ilişkisini ele almakta.

Prof Şerife Atlıhan, “Cumhuriyet’ten 1970’li Yıllara kadar Öğretmen Okullarındaki Sanat eğitiminde Bauhaus Benzeri Uygulamalar” adlı makalesinde, ağılıklı olarak Köy enstitüleri modeli üzerinde durmakta.

Prof Dr. İnci Deniz Ilgın, “Tasarımda Referans Olarak Gündelik Yaşam: Cincinnati Üniversitesi Örneği” adlı makalesinde, Cincinatti örnek olay biçimince anlatılmakta.

Prof. Dr. Güngör Güner, “El Sanatları, tasarım ve Bauhaus İlişkisi Kapsamında Karşılaştırmalı Olarak Türkiye, Japonya, Almanya” adlı makalesinde, Gropius’un “Mimarlar, heykeltıraşlar, hepimiz zanaata dönmeliyiz…. El işini becermek hiçbir sanatçının kaçınamayacağı bir şeydir. Yaratıcı biçimlendirmenin ana kaynağı bu alandadır” sözlerine yer vererek başlıyor. Güner, Japonya’daki Nagoya Güzel Sanatlar Üniversitesi Tasarım Bölümü’nü bir Bauhaus örneği olarak inceliyor.

Gülsüm Baydar, “Çağdaş Kültür ve Bauhaus başlığı altında “Nesne Anlam, Mimarlık: Bugünden Bauhaus’a” adlı makalesinde Bauhaus’a özgü “ileri teknoloji ile endüstri öncesi dönemlerden kaynaklanan zanaatler arasında bağlantı kurulması” sorunsalını ele almakta.

Baydar’a göre “…yeni kabul edilen teknolojilerin mimarlık alanına eklemlenişinin gündeme gelmesi ve … zanaat dünyasına gönderme yapılması, günümüzle Bauhaus mirası arasında yeni tür bir bağlantının kurulabileceğine işaret ediyor.” (1; s.492). Baydar : “… Ancak mimari tasarımda ağırlığı giderek artan dijital teknolojiler, Bauhas’un farklı yüzlerini yeniden gündeme getirmesi açısından ilginç..” yorumunda bulunuyor. (1; s.494). Baydar konuya “… mimarlık disiplinlerinin temel varsayımları açısından (kanon) göz atmakta yarar var.” (1; s.494) diyor. Gene Baydar, “…bu yapılırken mimarlık tarihinin getirdiği biçimsel, dolayısıyla da kültürel ve anlamsal yükten kurtulmanın esas olması”na (1; s.494) vurgu yapıyor ve “Bauhaus programlarında tarih derslerinin olmaması bunun en çarpıcı kanıtı” (1; s.494) savını öne sürüyor. Baydar’a göre “…Bauhaus okulunda ortaya çıkan ürünler yaratıcısının imzasını taşıyan eşsiz eserler olarak değil, biçimi maddeselliğinden türeyen ve seri üretime uygun tasarlanmış ürünler tasarlanmış ürünler olarak kimliklendiriyor.” (1; s.495). Baydar, “…Yani Bauhaus’un bilinçli bir karşı çıkış olarak öne sürdüğü yapı-ustası mimar figürü, dijital mimarlıkta kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaya başlıyor.” (1; s.501) demekte.

Baydar’ın yaklaşımı Bauhaus’un günümüzdeki izdüşümlerinin ne olabileceğine ilişkin son derece ilginç kuramsal saptamalar içermekte.

Yardımcı Doç. Dr. Emre Zeytinoğlu “Bauhaus ve Avangard Piyasa” adlı makalesinde Gropius’un “ … sanat galerilerinin birer depo ve ticarethane olarak sanatı tutsaklaştırdığı ve devletin ideolojik mekanları haline gelen müzelerin” ortamında sanatın “… ancak mimari bir model içerisinde canlandırıldığında kendi yaşamsallığına kavuşabileceğine” (1; s.505) ilişkin görüşünü irdelemekte.

Zeytinoğlu : “Bauhaus, sanatın ve çokça da bilimin ilham verdiği bir mimari ortaya koyuyordu. Ve bu mimari, ….. disiplinlerarası bir bütündü…” (1; s.510) dedikten sonra, “…disiplinlerarası bütüncül bir model eğer bir mimari oluşturacaksa, bunun için disiplinleri bir arada tutacak, hatta belki işlev yönünde denetleyecek bir organizasyona gereksinim duyulacaktı. Gropius’un en önemli özelliği, böyle bir organizasyonu üstlenmiş olmasıdır.” (1; s.511) demekte. Zeytinoğlu’na göre “ Bauhaus’un sanata bakışındaki en önemli nokta, ona işlev yüklemek ve böylece onu özerklik üzerine kurulan bir piyasadan kurtarmaktı. Bugünün koşullarına göre söylersek, buna ‘sanatı neo-liberal piyasalardan ve sermaye iktidarının yol açtığı siyasi tahakkümlerden geri çekmek’ diyebilir miyiz? Bu pekala söylenebilir.” (1; s.513) savını öne sürüyor.

Yardımcı Doç. Dr. Gökçe Dervişoğlu, “Tasarımın Stratejik İletişimdeki Rolü” adlı makalesinde, sanat yönetimi alanını irdeliyor, bilgi yönetimi ve strateji, tarsım ve işletme eğitiminin buluşması, tasarımcının yeni rolü ve tasarım araştırmasının öneminin artması, tasarım yönetiminin sorunları üzerinde duruyor.

“Bauhaus : Modernleşmenin Tasarımı” seçkisi Türkiye’de uygulamalı sanat eğitiminin önemli figürlerinden Sait Yada’nın “Tatbiki Güzel Sanatlar Okullarının Doğuş Sebepleri ve Fonksiyonları” adlı uzun incelemesi ile son buluyor.

Bauhaus’un yirminci asır maceraları

Bauhaus’un yirminci asır modernizasyonuna koşut olarak çeşitli rejimlerle ilginç bir sembiyotik ilişki kurabilmesi seçkide yer alan Maciuika’nın Chakraborty’nin Bauhaus ve Kültür (2) seçkisinde yer alan “Wilhemine precedents for Bauhaus” (Bauhaus’un Wilheim Almanya’sındaki öncü izleri) makalesinde de vurgulanmakta.

Maciuika, Alman mimari ve tasarımını bütüncül olarak kavrayabilmek modernleşen devletin çıkarları, filizlenen tüketim toplumu, uluslararası rekabet koşulları ve küreselleşmenin, tasarım ve tasarımcıların kültürüne ne biçimde etki ettiğini hesaba katmakla mümkündür.” demektedir (2;s.25)

Aynı seçkide yer alan Greg Castillo’nun “The Bauhaus in Cold War Germany” (Soğuk Savaş Almanyası’nda Bauhaus) adlı makalesi İkinci Dünya savaşı sonrasında Amerika’ya yerleşmiş olan Gropius’un fikir ve yöntemlerinin soğuk savaş sırasında Amerika Birleşik devletleri tarafından Almanya’nın yeni düzene intibak ettirilmesi doğrultusunda kullanıldığını anlatır. “… Yalnızca beş senede, Gropius Amerikan göç makamları tarafından ‘yabancı düşman’ statüsünde algılanan bir göçmenden Amerika’nın kültür elçisi ve kentsel planlama alanında demokratik yaklaşımlar konusunda uluslar arası bir otorite durumuna gelebildi.” (2; s181) Aynı yazı Gropius’un Almanya’nın işgal bölgesinde CIA ile ilişkili olarak bulunduğunu ifade ediyor. Castillo’nun yazısına göre Gropius’un Almanya’daki faaliyetleri Amerika’nın avangard kültürü demokratik demokratik ifade özgürlüğü olarak lanse ettiği dönem ile çakışmaktadır. Castillo, savaş sonrası dönemde Ulm okulu gibi projelerde Gropius’un ‘modern pedagoji demokratik hedefleri’ destekleyen bir unsurdur tezinin de rol oynadığını, Ulm okulu projesinin temel amaçlarından birinin de savaş sonrası Alman toplumunda aktif kesimlerin komünist kampa eğilim göstermesinin önüne geçmek olduğunu belirtir. (2; s.184-185)

Bauhaus’un yirminci asır modernizmine tasarım alanında verdiği yanıt ismen terk edilmiş gibi görünmesine karşın birçok farklı koşul ve politik rejim altında geçerliliğini korumasını sağlamıştır.

Dolayısı ile Bauhaus ve onun en ilginç ve önde gelen teorisyenlerinden biri olan Gropius’un günümüzde sahnede olsalar idi hangi tür yaklaşımlar içerisinde olabilecekleri akla gelecek bir soru olabilir.

Bauhaus yok mu bir yedeğin ?

Artık küreselleşmiş ve finans kapitalin ön aldığı bir dünyada 21. yüzyıla ait bir Bauhaus’un önem verebileceği alanlardan birinin nano teknoloji ve bu teknolojilerin malzemeler ve inşaat teknikleri üzerinde muhtemel etkileri olabileceğini varsayabiliriz.

Bauhaus’un 21. yüzyıla ait muhtemel programatik yaklaşımlarından biri de enerji planlaması ve ekolojik yaklaşımların tasarıma etkisini kuramsallaştırmak olabilirdi.

Ancak bana kalırsa teorik yönü tamamen ağır basan Gropius mimari ve tasarım açısından hayli heretik bir yaklaşım sayılsa da farklı bir alana daha el atardı.

Özellikle dijital tekniklerin ağırlık kazanmasından sonra gayrımenkul değerlerin finans mekanizmaları ile ışık hızı ile menkul değerlere dönüşebilmesi (tut sat /mortgage mekanizmaları ve bunların son krizin tetiklenmesindeki tetikleyici etkileri düşünüldüğünde) bence Gropius’un ve Bauhaus okulu kuramcılarının ilgisini çekecekti.

Yirmibirinci asırdaki Gropius, ‘yapı ustası - mimar denklemnin yanı sıra ‘gayrımenkul finansmanı uzmanı – mimar’ denklemi ile karşımızda arz- ı endam edebilirdi.

İşte o yüzden derim ki : “Bauhaus yok mu bir yedeğin ?”

Ali Artun, Esra Aliçavuşoğlu tarafından yayım dünyasına kazandırılan “Bauhaus : Modernleşmenin Tasarımı”, mimarlık, tasarım ve bu disiplinlerin sanat ve hayata dair etkileşimleri alanında önemli bir referans çalışması olmakla kalmıyor aynı zamanda ülkemiz modernleşmesi ile koşut olarak gelişen mimarlık ve tasarım eğitiminin de kapsamlı bir tarihçesini sunuyor.






















Kaynakça:

1-Ali Artun, Esra Aliçavuşoğlu, (editörlüğünde), Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, Türkiye’de Mimarlık, Sanat, Tasarım Eğitimi ve Bauhaus, İletişim Yayınları, Sanat - Hayat dizisi 16, İstanbul, 2009.

2-Kathleen James- Chakraborty, (editor) Bauhaus Culture, from Weimar to the Cold War, University of Minnesota Pres Minneapolis – London,

22 Nisan 2009 Çarşamba

Siyah Deri Beyaz Maske ve SMGM

Siyah Deri Beyaz Maske ve SMGM

Raşit Gökçeli
(nisan 2009)


Siyah deri beyaz maske’nin unutulmaz yazarı

Frantz Fanon (1925 - 1961)

O, kısacık ömründe bir aydınlatma fişeği gibi parladı...

Ama yazdıkları,

bugün her zamankinden çok,

bilincimizi hala aydınlatıyor:

... "biteviye insanı konuşurken, onu her gördüğü yerde, kendi sokaklarında olsun,
dünyanın dört bir köşesinde olsun katleden bu Avrupa’yı terk edelim." ...

... "Bugün, Avrupa’yı maymun misali taklit etmemek, Avrupa’ya yetişme saplantısına düşmemek
kaydı ile her istediğimizi yapabiliriz.

Avrupa her türlü mantıksal surecin dışında, yol göstericinin kontrolü haricinde,
öylesine delicesine ve kaotik bir hız girdabına kapılmış gidiyor ki
korkunç ve baş döndürücü bir hızla sürüklendiği uçurumdan
en kısa sürede uzaklaşmak yeğdir." ...

Sürekli Mesleki Gelişimi, eğer "nitelikli emeğin eğretileşmesi" boyutunu
ıskalayarak "maymunvari" bir Avrupa taklitçiliği içerisinde

-isterseniz (ACE) Avrupa Mimarlar Konseyi;
AB direktifleri-
olarak okuyun,

kendi ülkemizin mimarlarına uygulamaya kalkarsak;

Üçüncü dünya ve ülke mimarlığını, mimarlarını unutup;

Çok uluslu şirketlerin "nitelikli emek" pazar ile ilgili dar perspektifleri yelpazesi içine sıkışarak
-tam da şu anda TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi’nin yaptığı gibi
yorumlamayı sürdürürsek,

işte o zaman "mesleki anlamda gerici" bir konumuna düşeriz.

Mesleği tam ve eksiksiz uygulama,

mimarlık hizmetini halkın (tüketicinin, pazar ekonomisinin değil) yararına sunma,

başka bir dünya başka bir mimarlık !

Evet...

Franz Fanon’un yirminci yüzyılın ortalarında yaktığı aydınlatma fişeği zihnimize küşayiş versin...


Raşit Gökçeli

7 Nisan 2009 Salı

TMMOB Mimarlar Odası Örgütlenme Kriterleri

TMMOB Mimarlar Odası Örgütlenme Kriterleri

Mimarlara Çağrı 2 Toplantısı
için görüş

Raşit Gökçeli

28.03.2009




Mimarlar Odası Olağanüstü Genel Kurulu önümüzdeki günlerde “örgütlenme” teması altında toplanacaktır.

Kaleme aldığım bu örgütlenme kriterleri notu, Mimarlar Odası’nın olası köklü yapısal değişiminin gerçekleştirilebilmesi için kanaatimce öncelik verilmesi gerekli belli başlı akslara değinme amacını taşımaktadır.

Birinci aks:

Oda içi Demokrasisi

Oda tüzük ve yönetmeliği tüm mimarların temsil edilebilmeleri doğrultusunda gözden geçirilmelidir. Seçim sistemi nispi sisteme dönüştürülmelidir. Meslek içerisindeki alt uzmanlık gruplarının temsiliyeti gerek seçim sistemi içerisindeki değişiklikler gerekse MBÇK sisteminin tam ve eksiksiz uygulaması ile sağlanmalıdır.

İkinci aks :

Mesleki Bilimsel Çalışma Kurul’larının yardımcı organ statüsünün işlerliğe kavuşturulması.

MBÇK yönetmeliği, MBÇK’ların yardımcı organ statüsü almaları doğrultusunda Ürgüp Olağanüstü Genel Kurulu’nda değiştirilmiş olmasına karşın pratikte bu değişikliğin gerekleri yerine getirilmemiştir.

Bu değişiklik yerine getirilmiş olsa idi Sürekli Mesleki Gelişim sorunu da çok daha sağlıklı bir mecraya girmiş olacaktı.

MBÇK’ların yardımcı organ olarak ve gerekli maddi manevi olanaklar ile donatılarak Mimarlar Odası pratiğinde yerlerini almaları halinde Şubelerin bölgesel alanda karşı karşıya kaldıkları birçok sorun da kendiliğinden çözüme kavuşacaktır.

MBÇK’ların işlerliğe kavuşturulması AB müktesebatı ile ilgili olarak karşımıza çıkan sorunların çözümü için de olmazsa olmaz gerekli bir koşul olarak önümüzde durmaktadır.


Üçüncü aks :

Mimarlar Odası’nın TMMOB yasası ve kendi tüzüğünde yer alan “iştirak gelirleri” ile ilgilidir.

Mimarlar Odası yönetimleri vergi külfetinden kaçınma saiki ile yasanın verdiği “iştirak gelirleri” ile ilgili yetki ve olanakları kullanmaktan yıllardır kaçınmaktadır.

Oysa Makine Mühendisleri Odası gibi birçok Oda bu enstrümanı başarı ile kullanmaktadır.

Bu durumda oda mali hareketleri mali açıdan vergiden muaf olmakta ancak “yan kuruluşlar” vergi mükellefi olmaktadır.

Bu kaçınılması değil tam tersine başvurulması gerekli bir yoldur. Oda’nın toplum karşısındaki görevleri ancak bu yolla tam anlamı ile yerine getirilebilir.
Örneğin malzeme laboratuarları, Sürekli Meslek Gelişimi ile ilişkin eğitim faaliyetleri, iş güvenliği ile ilgili faaliyetler, yapı denetimi ile ilgili faaliyetler, ve özellikle mesleki sorumluluk sigortası alanına girecek olan faaliyetler ancak böylesi bir yapılanma içerisinde başarıya ulaşabilir.

Şu anda Mimarlık Vakfı aracılığı ile kısmen yürütülmeye çalışılan bu faaliyetler mimar topluluğunun en geniş kesimini kapsamamaktadır.



Dördüncü aks :

MUDUK alanında yaşamın ve yasal dönüşümlerin dayattığı dönüşüm gereksinimi

Özellikle son oluşan Danıştay kararları doğrultusunda mesleki denetim, TUS, MUS uygulamalarını artık eski teamüllere uygun olarak yürütme olanağı kalmamıştır.

Odamızın MUDUK alanında donanımlı kadroları mevcuttur. Bu kadrolar bugüne kadar sayısız değerli öneri metinleri ortaya koymuşlardır. Artık Oda Yönetimlerinin önlerine gelen bu metinler üzerinde bir karara vararak gerekli “icraata” geçmelerinin zamanı gelmiş ve geçmiştir.







Beşinci aks:

Mimarlık ünvanının elde edilmesi ile mimarlığın uygulanması koşullarının yasal bir netliğe kavuşturulması

AB kaynaklı “nitelikli emeği eğretileştiren” uygulamalarına sırt çevrilmelidir.
Mimarlık ünvanı ile akademiyanın net bağlantısı, akreditasyon sistemi ile birlikte ele alınarak açıklığa kavuşturulmalıdır. Özellikle genç mimarları “bir rüya bitti” hayal kırıklığı ile baş başa bırakan bir Meslek Odası tasavvur edilemez.

Mesleğin uygulanması ise mesleki sorumluluk sigortası sistemi ile ilişkilendirilerek çözüme kavuşturulmalıdır. Bir Meslek Odası’ndan beklenen tavır budur.


Öneri :

Yukarıda sıralanan öneriler yürürlüğe girmeden dahi yapılabilecekler vardır:

Bunlar :

1-Gölge Yönetim Kurulu ve Gölge Genel Kurul oluşturulması, böylelikle Meslek Odası seçimlerine katılacak alternatif grupların hiç olmazsa kendi aday listelerini “nispi” temsil esasına göre belirlemeleri beklemesizin hemen hayata geçirilmelidir.

2-Yönetimlerin mesleki kamuoyu baskısı oluşturularak program bütçe oluşturmaya zorlanması,

3-Oda denetiminin bağımsız “Audit” denetim firmalarına yaptırılması hususunda mesleki kamuoyu baskısı oluşturulmasıdır.

31 Ocak 2009 Cumartesi

Küreselleşmenin hem aktörü hem mağduru olarak mimarlık

Küreselleşmenin hem aktörü hem mağduru olarak mimarlık
17.1.2009 tarihli “Mimarlara Çağrı” toplantısında yapılan konuşma
(TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Yıldız Binası )
Moderatörler : Aynur Savaş, Aynur Özen, Elif Özdemir
Raşit Gökçeli
ocak 2009

“İtaat ederken komuta etmek”
Commandante Marcos

RAŞİT GÖKÇELİ- Hepinizi selamlıyorum. Uzun bir süreden sonra tekrar Yıldız binasındayım.
İlk olarak dünyada cereyan eden meseleler ve bunun bizim mesleğe ve belki de Mimarlar Odasına, TMMOB’ye yansımaları üzerine bazı görüşlerimi açıklamak isterim.
2008 senesinin sonunda dünya çok ciddi bir bunalıma girdi, 1929 bunalımını hatırlatan bir bunalım sürecine adım atıldı. Bu bunalımdan mimari de payını aldı. Bu bunalım bize şunu hatırlattı: Dünyada 40 yıldır artarak egemen hale gelen küreselleşme finans kapitalin etkisi altındadır. Gerçekten son yıllarda finans sektörü büyük bir şişme gösterdi. Bu şişme astronomik boyutlar gösterdi ve son 15-20 sene içersinde finansal akımlar (tansactions) dünyada hacimsel olarak 150 misli arttı.
Peki, bunun bize etkisi ne? Mimarlık mesleğine veya inşaat sektörüne etkisi ne? Bunun inşaat sektörüne etkisi şu oldu:

İnşaat ve mimarlık mesleği olayın hem aktörü oldu, hem de mağduru oldu.

Aktör Olarak Nitelikli Emek

Aktörü oldu. Nasıl aktörü oldu? Şu bakımdan aktörü oldu: Çünkü bu finans süreçleri öyle bir biçimde organize edildi ki, inşaatla ilgili sektörler bunun bir anlamda tetikleyicisi olabildi.
Bu nasıl oldu? Mortgage dediğimiz tutsat mekanizmalarıyla oldu. Gayrimenkul yatırım ortaklıkları mekanizmalarıyla oldu. Bu mekanizmalar çok enteresan, çünkü şimdiye kadar bizim sektöre klasik bakış açımızda, mimarlığa bakış açımızda şöyle düşünüyorduk : Elbette inşaat sektörü önemlidir, çarpan etkileri ile, ekonominin üçte birine gerekiyorsa etki edebilir. Geleneksel bakış bu klasik analizle sınırlı kalıyordu. Tetikleyici sadece çarpan efektler / etkiler olabilir diye düşünüyorduk. Ama küreselleşmede, finans kapitalizminde yaşanan daha farklı bir olgu.
İnşaat yaptığınızda yahut bir Mortgage sistematiği kurduğunuzda bu bankalar aracılığı ile yaratılan değerler, diyelim konut ya da inşaat kredisi alan borçluların borçları, seküritize ediliyor ve sizin gayrımenkulunuz, inşa ettiğiniz bina menkul bir değere dönüşüyor. Ardından finans kapital mekanizmalarının burgaçlarında “kaldıraç” teknikleri ile üç yüz dört yüz misli oylum kazanabiliyorlar.
Finans kapital çağında sibernetik teknolojinin de katkısı ile, gayrımenkul ışık hızıyla menkul bir değere dönüşüyor. Bu yetmiyor dönüşen menkul değer kaldıraç sistemleri ile üç yüz dört yüz misli oylum kazanarak finans hareketlerinin bir bileşkesi haline dönüşüyor.
Bu sermaye açısında yeni bir durum. Daha önce, 1900’lerin başında olmayan bir durum veya 1900’lerin ortasında olmayan bir durum.
Oda kurulurken 1950’lerde, hatta 1970’te toplum hizmetinde Oda şiarını, ilkesini ortaya atanlar zamanında böylesi bir olgu yoktu. Ortada ne bilgisayar vardı, ne sibernetik devrim vardı, ne de bu modern finans teknikleri vardı.
Finans kapitalin yarattığı bu dönüşümler çok farklı bir iklim yarattı. Sektör ve meslek erbabı artık sadece inşaat yapmıyor, sadece gayrimenkul ya da bina yaratmıyor, aynı zamanda menkul bir değer yaratıyor ve genel anlamdaki finans sektörünün, finans kapitalinin ve küreselleşmenin bir aktörü oluyor
Bu, olgunun aktör yönü. Ama bir de aynı zamanda mağdur oldu bundan meslek.

Mağdur Olarak Nitelikli Emek

Nasıl mağdur oldu? Çünkü biliyoruz, finans kapital her şeye hakim oluyor, emeği bir anlamda sömürüyor veya emek karşısında daha avantajlı konuma geçiyor, bu arada nitelikli emek dediğimiz, bizim de içinde yer aldığımız, inşaat sektörü, mimarlık gibi kesimlerin içinde yer aldığı reel sektörü de sömürüyor.
Bu sömürü nasıl oldu bizim vakamızda? Bence iki türlü bence oldu;
Birincisi finans kapital büyük devasa yatırımlarını yaparken, devasa organizasyonları kurarken dünyada kullandığı emeği hem maksimum anlamda sömürmek istedi, hem de en iyi ve en nitelikli emeği kullanmak istedi.
Bizim su anda tartıştığımız ve uygulamasına giriştiğimiz sürekli mesleki gelişim felsefesinde yer alan “mesleğin tam ve eksiksiz uygulanmasının” böylesi bir yönü de var. Tabii hiç kimse mesleğin tam uygulanmasına itiraz etmiyor. Sıkıntı mesleğin tam eksiksiz uygulanmasında değil. Sıkıntı, siz sürekli mesleki gelişimi uyguladığınızda ve diyelim ki evrensel standart içerisinde, Türkiye’de de, Çin’de de Amerika’da da başka yerlerde de hakim kıldığınızda ne olmakta?
Amerika’da yüzde 1000’e istihdam ettiğiniz bir emeği, Çin’de veya başka bir yerde, Türkiye gibi bir yerde –aynı nitelikte ve mükemmeliyette olmasına karşın- 1’e 10’a istihdam edebiliyorsunuz.
Niteliksiz emek pazarında bu durum çok daha net : Bir Nike ayakkabısı diyelim New York’ta 100 dolara satılıyor, bunun emek Uzak Doğudaki atölyede 11 cent yani 0.11 dolar.
Bu olgu “sürekli mesleki gelişim” ve meslek standartlarının evrenselleşmesi, kalifikasyon akreditasyon mekanizmaları aracılığı ile bir parça bize yani nitelikli emeğe de yansıdı.
Dolayısıyla sürekli mesleki gelişim olgusunu incelediğimizde bir yandan mesleğin tam ve mükemmel uygulanmasını savunmamız gerekir iken diğer yandan “nitelikli emek” in finans kapital karşısındaki statü ve haklarını da ülkesel planda elde edilmesi gereken “derogasyonları” da dengede tutacak politikalar, mesleki politikalar geliştirmemiz gerekli.
Aynı şekilde mesleki sorumlulukla ilgili konuyu ele aldığımızda söz konusu boyutu gözden kaçırmamamız gerek.
Neden? Çünkü büyük şirketler yatırım yaptıklarında yaptıkları yatırımı kontrol etmek istiyorlar, mali müşavirlik şirketlerine ve başka şirketlere, mühendislik, müşavirlik şirketlerine kontrol ettiriyorlar ve orada tabii kontrolün ilk adımı mesleki sorumluluk oluyor.
Bu mesleki sorumluluk meselesi de bir anlamda, bu anlamda baktığınızda nitelikli emeğin bir miktar mağduriyetine yol açan unsurlar taşıyor. Bu ille de böyle olacak demiyorum. Gerçekten mesleği gözeten sağlam kuruluşlar varsa bir memlekette bu sıkıntıların önü alınabilir. Ancak meslek kuruluşlarının bu konuda bilinçli olmaları, politika geliştirmeleri ve gerekli yapısal dönüşümleri başarmaları kaydı ile.

Nitelikli Emeğin Küme Düşmesi

Dolayısıyla mesleki sorumluluk sigortası meselesi buydu. Bir başka mesele daha var; nitelikli emeğin küme düşmesi diyorum buna. Niye küme düşüyor? Çünkü bu mali krizde bütün reel sektör darbe yedi. Birtakım finans aktörleri bazı oyunlar oynadı ve sermaye bir yerlerden bir yerlere birikmeye başladı. Az gelişmiş ülkeler vuruldu, başka reel sektörler vuruldu. Bu arada biz gördük ki Basel kriterlerine rağmen, ki Basel kriterleri dünyadaki bankacılık kriterleri ve dünyada finans sektörünün dikkat etmesi gereken kriterler. Bunlara hiç riayet edilmedi. Finans aktörleri dilediği gibi oyunlar oynadılar ve dünya literatüründe şu andaki anlatımıyla altın paraşütler içersinde masun cennetlere hiçbir şey olmamışçasına indirildiler. Onları kurtarmak için 800 milyarlık, birkaç trilyonluk, 10 trilyonluk , ABD dolarından söz ediyoruz, paketler sırasıyla gündeme kondu.
Orada da demek ki bir mağduriyeti var nitelikli emek olarak mimarlığın. Çünkü söz konusu olan nitelikli emek ise 2008 krizinin tetikleyicilerinden “finans sihirbazı” birinci sınıf vatandaş muamelesi gördü. Zira yaptıkları mesleki hatalar dolayısı ile sorumlu tutulmadılar, mimar ya da inşaat projesi yöneticisi ise ikinci sınıf vatandaş konumuna geçti. Çünkü “tam ve mükemmel hizmet” mesleki sorumluluk sigortası “nitelikli emek” için söz konusu olmayı sürdürdü.
Bu “mağduriyet” konumu ile nasıl mücadele edilecek? Bu alanda mücadele etmek için bir kere işin resminin bütününü görmek lazım.
Siz artık inşaat dediğiniz zaman, inşaat sektörü dediğiniz zaman bu sektörün dünya kapitalizmiyle olan ilişkisini göreceksiniz, bu sektörün finans sektörüyle olan ilişkisini göreceksiniz, bu sektörün menkul bir değere ışık hızıyla dönüştüğünü ve bu menkul değerlere dönüşürken de mali köpükleri oluşturduğunu, bu dünyadaki krizleri oluşturduğunu tetiklediğini en azından bu süreçte pay sahibi olduğunu göreceksiniz ve buna ilişkin tedbirler alacaksınız.
O zaman işte bu Avrupa Birliğinden gelen direktifler, akreditasyon meseleleri, eşdeğerlik meseleleri, malzemelerin Conformity European, Avrupa Eşdeğerliliği alması, bunların akredite olması, diplomaların eşdeğerde olması, bütün bu sistematiği ancak bir bütün içinde ele alıp çözebilirsiniz.
Tek başına sürekli mesleki gelişimi şöyle yapacağım, on tane ders vereceğim deseniz, tek başına mesleki sigortayı böyle yapacağım derseniz çıkamazsınız işin içinden.
Kaldı ki 1995’ten sonra, söz konusu mali köpük oluşurken ve kapital finans kapitale dönüşürken en başta, model aldığımız RIBA (Royal Institute of British Architects) akreditasyon meselelerini, ve daha resmin birçok öğesini kurallara başladı ve bu kuralları profesyonel kodlara entegre etmeye başladı.
Bu süreçlerin bire bir ilintisini görmek lazım ve bir meslek politikası güderken bu meslek politikasının, dünya finansıyla olan ilişkisini görmek lazım. Tam bu noktada mesleği nasıl koruyacağımızı, ülkemizdeki mesleği nasıl koruyacağımızı tasarlamamız lazım.
Dünya kapitalizminin büyük kentlerde, ülkelerde veya başka yerlerde yarattıkları söz konusu mekanizmalar ile, finansal kaldıraç efektleriyle, bütün ülkelerin artık değerlerini nasıl transfer ettiği konusunda bilinç sahibi olmak lazım.
Ardından da bu bilinç ışığında söz konusu mekanizmalara meslek planında, meslek bazında karşı koyabilmek için stratejiler geliştirmek lazım.
Bu nasıl yapılabilir? Dünyadaki bilinçli meslek örgütleri derogasyon dediğimiz birtakım önlemler alıyorlar. Ülke ve uluslar arası hukuku kullanarak Avrupa Birliğindeki anlaşmalara kıyasla veya başka yerlerdeki kabul edilmiş olan anlaşmalara kıyasla özel hükümler getirtiyorlar. Niye? Kendi mesleklerini ve sektörlerini korumak için.


Mimarlar Odası bilinçli bir meslek stratejisine sahip mi ?

Dolayısıyla bizim böylesi bir bütüncü bir bakış açısına sahip olabilmemiz lazım. Peki, biz bu bütüncül bakış açısına Mimarlar Odası içerisinde sahip olabildik mi? Bence pek olamadık. Bir Mimarlık Politikaları diye bir grup öneri kamuoyuna geçen sene duyuruldu, fakat bunlarda, bu konuşmada açıklamaya çalıştığım bütüncül bakış açısı yok. Dolayısıyla birçok konu açıkta kalıyor.
Örneğin şu andaki öğrencilerin diploma / Ünvan sorunları açıkta kalıyor. Değerlendirme uzmanlığının sorunları mimarlar açısından açıkta kalıyor. Meslek mensuplarımızın iş güvenliğiyle ilgili sorunları da açıkta kalıyor. Dışarıda iş gören müteahhitlerimizin, mimarlarımızın sorunları açıkta kalıyor. Hangi konuda “Biz bu meslekte bir sorun yaşıyoruz” diyorsak, o konuda Mimarlar Odası’nın net bir vizyonu, net bir görüşü kamuoyuna açıklanamadı.
İşlevsiz Meslek Odası imajının üstesinden nasıl geleceğiz diye baktığımızda Birtakım mekanizmaları elli yıllık tarihinde Mimarlar Odası içerisinde kurulmaya çalışıldığını hemen görebiliriz.
Bu mekanizmalar Mimarlar Odası’nın hukuki yapısı içerisinde kurumsal bir işleyiş ile de donatılmışlardı.
Bunlardan biri Mesleki Bilimsel Çalışma Kurumları’ydı. Mesleki Bilimsel Çalışma Kurumları bu tür sorunları, sorun temelinde ayrıştırarak her bir meseleyi tek başına ele alarak birtakım otonom, fakat Mimarlar Odasının bütünlüğüyle uyum halinde olan birimler oluşturmayı hedeflemekte idi.
Fakat nedense bu yapılar güdük bırakıldı ya da tamamen işlevsiz hale dönüştürüldü. Aynı şekilde TMMOB yasası ve Mimarlar Odası tüzüğünün mali iştirakler ile ilgili hükümlerinin Meslek Odası yapılanmasına sağlayabileceği potansiyel olanaklar gereği gibi kullanılmadı. Son birkaç dönemin Oda yönetimleri, birtakım gösterişçi toplantılar, paneller, seminerler yapmayı tercih etti.
Ve şu anda görüyoruz Olağanüstü Genel Kurula gideceğimiz şu dönemde, önerilen gündemi irdelediğimizde temel mesleki konularda bir vizyon taşımamaktayız. Konuları birbirleriyle ilintilendiremiyoruz. Finans kapitalin ve onun tetiklediği dünya krizinin mesleğimizi ne biçimde etkilediğini algılayamıyoruz. Dolayısıyla, mesleki sorumluluk sigortası, sürekli mesleki gelişim, Türkiye’deki kriz, mimarlığın toplumun hizmetinde nasıl olacağı, bunların birbirleriyle ilintileri, bağlantıları bütüncül bir bakış açısıyla Oda Yönetimi tarafından önümüze konamıyor.
Bunun üstesinden nasıl geleceğiz? Ben de tam şu anlamda bilemiyorum. Çünkü görebildiğim kadarıyla Oda Yönetimi bu konuda oldukça ketum veya hasis davranıyor ve karşısına çıkan gruplarla birtakım ilişkiler kurmuyor.
Sorun sadece karşısına çıkan gruplar da değil, karşısına çıkmayan gruplarla da oda Yönetimi ilişki kurmuyor.
Bakınız, 35 000 kişilik bir mimarlık topluluğu var, onlarla da yönetim hiç bir biçimde gerçek bir ilişkiye geçmiyor. Şu anda Mimarlar Odasının kimyasına, organizasyonuna baktığımız zaman şunu görüyoruz: Dar bir yönetici kadrosu var ve bir profesyonel kadrosu var. Bunun karşısında yine bence çok fazla gelişememiş bir muhalefet grubu var. Bunun dışında da kamuoyu ve genel olarak genel mimarlık kitlesine ulaşamamış bir “müesses resmi oda düzeni” var.
Mimarlık kitlesi ile kronik iletişimsizlik söz konusu
Bakın son üç Oda Genel Kurulu’na. 2004 Genel Kurulu, 2006 Genel Kurulu, 2008 Genel Kurullarında binin üstünde delegenin katıldığı seçimlerde, çoğunluk usulü kuralı geçerli olmasına karşın yönetim listeleri delindi.
Bu sonuçlar bir parayı attığınızda yazı veya tura değil de dik düşmesi kadar olağanüstü bir durum. Üç kere bu durum yaratıldı. Bu durumun yaratılmasına rağmen katılımcı ve demokratik bir sonuç elde edilemedi.
Şimdi şunu görmek lazım: Bütün bu kronik yapısal çıkmazın sonucunda sadece iktidarda olan grup değil, muhalefette grup da bozunmaya uğruyor ve bir fasit daireye düşülüyor. İktidar ve muhalefet burada bir kaplan kafesinde kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi gibi çırpınıp duruyor.
Buna bir son vermemiz lazım. Buna bir son verilmezse ne olacak biliyor musunuz? Bence Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin hukuki varlığı ve yasal varlığı dış dinamiklerin etkisi ile sona erebilir. Bu konuları belki gülümseyerek dinleyenler olabilir, ama 1971’den önce Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değişebileceğine ilişkin yapılan bazı uyarılar gereğince ilgili kesimler tarafından dikkate alınmadı ve sonra bildiğiniz gibi 1970 ve 1980 anayasaları balyoz gibi Türk ulusunun kafasına indi. Kırk yıldır bunun içinden çıkmaya uğraşıyoruz.
Benim bugünkü toplantıyla ilgili söyleyebileceğim şey şu: Bu toplantı eğer mimarlık sorunlarını araştırma, yeni bir mimarlık için araştırma, mimarlık sorunlarını araştırmak için bir düşünce tankı oluşturabiliyorsa ne ala.
Benim de önerim bu olacak; yani mimarlık sorunlarını araştırma çalışma grubu oluşturulsun.
Teşekkürler.