15 Ekim 2007 Pazartesi

Nitelikli Emeğin Olası Güçbirliği - 2007

Nitelikli Emeğin Güçbirliği

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Danışma Kurulu

Yeni Anayasa Taslağı ve TMMOB Yasası ile ilgili Görüş

19.10 2007



RAŞİT GÖKÇELİ- Bu açıklamalardan anlayacağınız üzere, çok yakında, Türk Mühendis Mimar Odaları Birliğinin statüsü değişebilir, şu anda odaların elinde bulunan (Anayasa md 135; 7303 sayılı TMMOB yasası ) yasal yetkiler ellerinden alınabilir.
TMMOB’ye şöyle bir öneri getirilebilir diye düşünüyorum: Muhtemel anayasal değişiklik karşısında, emeği savunabilecek olan, nitelikli emeği savunabilecek olan, bizim gibi kuruluşların üyelerinin özelliğini oluşturan, nitelikli emeği savunabilecek olan ne gibi çalışmalar yapılabilir? Bence, bunun üzerinde çok ciddi olarak düşünmenin sırası geldi.
Bu ne tür bir çalışma olabilir? Eskiden kalan bir Tüm Teknik Elemanlar Derneği macerası var. Teknik Elemanlar Derneği deneyi tabii tekrar aynı biçimde tekrarlanamaz. Yani şimdi anayasal değişiklikler ışığında, çalışanların haklarında, mesleğini uygulayan insanlar hakkında çok büyük bir geriye gidiş söz konusu. “Buna ilişkin neler yapabiliriz?” diye bir çerçeve çizmek lazım.
Bu birinci aks.
Tabii bu, Teknik Elemanlar Sendikasından da daha ötede, nitelikli emeğin çeşitli unsurlarını birleştirecek olan bir örgütlenme biçimi üzerinde düşünmek gerekecektir. Sendika mı olur, başka bir örgütlenme biçimi mi olur, düprdüz bir düşünce kuruluşu mu olur ? bilemiyorum; ama bu istikamette ciddi bir çalışma grubu oluşturmak lazım diye düşünüyorum.
İkinci önerim daha pragmatik bir öneri.
Hukuki mevzuatımızda meslek birlikleriyle ilgili yasalar var. Meslek birlikleriyle ilgili, mevcut TMMOB olarak ne tür çalışmalarımız olabilir?
Bazı meslek birlikleri oluşturmayı, yani bir strateji olarak geliştirebilir miyiz? Bunu düşünmemiz gerekiyor, konu ile ilgili bir çalışma grubunun oluşturulması gerekiyor.
Bu düşünceyi somutlarken mesleki sorumluluk sigortasıyla ilgili yaşanacak olan maceralar gelmekte aklıma. Mesleki sorumluluk sigortasıyla ilgili olarak, meslek odaları veya meslek odaları bu alanda gerekli çalışmaları yapamıyorsa, onların kuracakları, onların destekleyeceği bazı kuruluşların ne tür çabalar sarf edebileceğini düşünmemiz lazım. Bu çabaları gerçekleştirmekte geç kaldık.
Oysa TMMOB yasasında, Oda tüzüğümüzde, yönetmeliğimizde, mevcut olan iştiraklerle ilgili maddeleri çalıştırmadık, bu konuda tembellik ettik ve geride kaldık. Bu durumun sonuçlarını yaşıyoruz şu anda. Değerlendirme uzmanları bir meslek grubu oluşturdu Türkiye'de, mimarların söz konusu alanda hiçbir etkinliği yok; süreçte geri kaldılar. Aynı şekilde, buna benzer başka alanlarda bilirkişilik olsun, iş güvenliği konularında olsun, yapılmış hiçbir çalışma yok.
Şu aşamada benim söyleyeceklerim bunlar. Teşekkür ederim.
2. söz alış
RAŞİT GÖKÇELİ- Ben şöyle düşünüyorum: Ben AK Partinin yerinde olsam, Anayasa değişikliği gibi bir meseleye girmezdim. Çünkü zaten yeterli çoğunluğum var, yasaları paketler halinde çıkartırım. Demek ki, AK Parti, dış güçlere ve iç güçlere verdiği sözler dolayısıyla, belki de içinden çıkamayacağı bir maceraya da girmiş olabilir. Dolayısıyla, çok örgütlü bir toplumsal karşı çıkışla bu anayasa maceralarını da sekteye uğratabilir. Bu bakımdan, Mehmet Ali’nin ve diğer arkadaşların yaptığı konuşmalara dikkat edelim ve geniş bir birliktelik kurmaya çalışalım. Ama öte yandan, Fevzi’nin yaptığı o teknik konuşmaya teşekkür ettikten sonra bir şeyin altını çizmek istiyorum. Anayasa değişikliği olsa da, olmasa da, biz çalışanlar olarak, Mimarlar Odası olarak, nitelikli emek olarak, artık daha değişik koşullara hazırlıklı olmalıyız; hem dünyada, hem Türkiye'de. Bu açıdan da, TMMOB’yi de bu istikamette düşünmeye teşvik etmeliyiz, nitelikli emeğin bütün kesimlerini nasıl bir arada örgütleyeceğimiz konusunda çaba sarf etmeliyiz.
Teşekkür ederim.
3. söz alış
RAŞİT GÖKÇELİ- Fevzi’nin dediğini ben şöyle anladım: Yeni çıkacak olan Anayasada askerin de çok önemli bir rolü olacak; yani AK Parti’nin iddia ettiği gibi, askerin gücü silinemeyecek.

14 Ekim 2007 Pazar

Seferi Surfiddin Efendi’nin Edebiyat Siteleri Serencamı – 39

Seferi Surfiddin Efendi’nin

Edebiyat Siteleri Serencamı – 39

Raşit Gökçeli

Haziran 2006

Bu sütunda internet gezintilerinde (surf) rastgeldiğim, sevdiğim ve edebiyat severlerle paylaşmaktan kendimi alıkoyamadığım edebiyat sitelerinden söz etmeyi sürdürüyorum.

Bu sütun zaman içinde kendine çeki düzen verecektir. “Kervan yolda düzelir” ! Kusur edersem affola.

Fikri Haklar Yasası ve Fransa Örneği:

Fransa’da millet meclisine sunulan fikri haklar ile ilgili yasa taslağı kamuoyunda önemli tartışmalara yol açmış bulunuyor.
http://www.assemblee-nationale.fr/12/dossiers/031206.asp

Fransız meclisine sunulan yasa tasarısı Avrupa Birliği Asamble’sinin 2001/29/CE numaralı ve 22 mayıs 2001 tarihli direktifine, OMPI yani Fikri Mülkiyet Uluslararası Örgütü’nün 20 Aralık 1996 tarihli anlaşmasına referanslıdır.

Yasa tasarısı Fransız hukukunda telif yani yazar haklarına iki yeni unsur katmaktadır. Bunlar özürlülerin kullanımı ile ilgili olarak telif haklarına getirilen sınırlamalar ile internet yoluyla ve benzeri sayısal teknikler kullanılarak ve sınırlı bir biçimde kullanılacak yaratılan teknik kopyalar için getirilen sınırlamalardır.

Bununla birlikte çoğaltma teknikleri bazı durumlarda “korsan çoğaltma”; “izinsiz kullanım” (contrefaçon) kapsamına sokulmaktadır.

Tartışma bu alanda yoğunlaşmakta özgürlüklerin sınırlandığı iddia edilmektedir.

Rönesans ile şekillenen on sekizinci yüzyıl ile doruğa çıkmaya yüz tutan modernizm yirminci yüzyılın ortalarına kadar hatta 1968 olaylarına kadar dünyayı etkisi altına aldı. Modernizmin etkileri arasında sanatın bir eleştiri, özerklik siyaset belki de muhalefet odağı olarak belirmesi beraberinde sanatı, sanatçıyı anonimlikten sıyırıp kişisellik ve özgünlük boyutu içerisinde algılamamıza neden oldu. Küreselleşen ve giderek çokuluslu şirketlerin egemenliğine giren Post Modern dünya ise sanatçının modernite içerisindeki saltanatını yeniden bir çeşit vesayet içerisine alarak sanatçıyı bir çeşit sanat pazarının dişlileri arasında “ehlileştirmeye” başladı.

Artık post modern dünya, küreselleşen dünya, sanat eserinin kendi özerk, özgün, muhalif niteliğinden çok egemen ideolojinin sunmaya çalıştığı “tarihsel arka plan” ile uyumluluğu ve daha da ilginci “borsa değeri” ile ilgilenmekte.

Sanat eseri bir “marka” olarak “pazar değeri” kazanma potansiyeli taşıdığı kadarı ile giderek tröstleşen bir sanat bienalleri ağında yeniden özgünlüğünü, özerkliğini kaybetmekte, sanatçı “birey”den “anonim”liğe on beş dakikalık şöhret girdapları içerisinde yitip giderek yarı tanrılıktan sıradan ölümlülüğe doğru kaymakta.

Yirminci yüzyılın “dinozorları” sıra ile bu dünyadan göçüp giderken değişik bir sanat anlayışı, beraberinde değişik bir sanatçı tipini ve belki de en ilginci değişik bir “fikri haklar” anlayışını getirmekte.

Artık “fikri haklar”ın ne ifade ettiği kişinin kendine özgü hukuku optiği içerisinde değil, çok uluslu şirketin “corporation” egemenlik perspektifinden, sanatın “meta” olarak piyasa değerinden bakılarak yorumlanmakta.

Teknolojik olanakların (sibernetik) her türlü yayma (diffusion) tekniğini olanaklı kıldığı bir dünyada sanatçı da adeta bir taylorist zincirdeki ögelerden biri durumuna düşmekte. Esnek üretim teknikleri ise sanatçıyı da herhangi bir nitelikli emek erbabı gibi iğreti (precarious) bir konuma düşürmekte.

Bu durumda şimdiye kadar kişinin en kutsal haklarından sayılan bilme öğrenme hakları, kişinin (telif) gibi yaratıcılığa değgin hakları yeni düzende nasıl ele alınacaktır ?

İşte sorun budur.

Konuyu birkaç yazı boyunca sürdürmeyi düşünmekteyim.

Mart ayında (surf 36) fikri haklar bahanesi altında iletişim özgürlüğüne indirilmeye çalışılan darbelerden ve Fransız parlamentosunda tartışılmakta olan telif hakları yasası’ndan söz etmiştim.

“Kişisel İnternet kullanıcıları potansiyel cani mi ? Kişiye özel çoğaltma hakkı tehlikede mi ?” başlığı altında, http://eucd.info/155.shtml şunları yazmıştım:

Bill Gates 2005 ocağındaki bir söyleşisinde "ahir zaman komünistleri bilgisayar-yazılım yapımcıları, müzisyen ve filim yapıcılarına tanınan maddi hakları , teşvikleri ortadan kaldırmanın peşinde" buyurdu. Öte yandan ABD’de Vivendi Universal yasasının genişletilmesine ilişkin yasa önerisi http://static.public-knowledge.org/pdf/HR-4569_DTCS-Analog-Hole.pdf ve 2001/29/CE sayılı Avrupa direktifi arkasından da Fransada DADVSI (Bilişim ToplumundaYazar Hakları/Fikri Haklar ve Komşu Haklar) adı ile anılan bir yasa tasarısının Fransız Parlamentosuna sunulması internet kullanıcıları, kamu inisyatifleri, arşivci, kütüphaneci ve benzeri grupları yasanın geçirilmemesi için bir kampanya etrafında birleştirdi.

http://eucd.info inisyatifi fikri haklar ile birlikte temel haklardan olan kişinin araştırma hakkı, eğitim, eleştiri, özürlülerin bilgiye erişim hakkı gibi ilkeler uğruna mücadele başlattı. Öte yandan izinsiz çoğaltmalara karşı alınan (MTP) teknik koruma önlemleri Digital Rights Management (DRM) teknikleri ile serbest yazılımların ve bilgisayarları ve kullanıcılarını suçlu duruma düşürecek bu yasalar ile birleştiğinde Orwellvari bir dünyanın eşiğine adım atmış olacağız.

Bazı tanımları açıklamaya başlayarak konu üzerinde durmaya başlayalım.

http://www.liberation.fr/page.php?Article=344716

MP3

Bir sıkıştırma formatı. Bir şarkıyı, sesi, muzik parçasını stok etmeye yarar. MP3 formatı sesin bilişim ağları üzerindeki iletişimini olanaklı kılar. Benzer formatlar ( Microsoft’un Windows media’sı, AAC (Dolby), Ogg, Flac) mevcut. Bu yolla elde edilen veriler CD (compact disc) kalitesindedir.

divX

Video için sıkıştırma formatı. Filmlerin internet yoluyla iletilmesi amacıyla kullanılmakta.

P2P

Peer-to-peer internet kullanıcılarının hard disklerindeki dosyaları birbirlerine iletebilmelerini sağlayan teknoloji. Böylelikle müzik, film, metin, program dosyaları sirkülasyona tabi tutulabilmekte. P2P teknolojisi tamamen yasal olup, “Creative Commons” lisansı altında her turlu, müzik, data, progam, film dosyaları serbestçe dolaşıma tabi olabilmektedir. SKPE telefon sistemi de bu P2P özelliğinden yararlanmaktadır.

Hukuki terimler arasında

Özel Kopya

Bir şarkının, filmin kaydedilmesi, bir CD’nin kopyalanması, bir kitaptan fotokopi alınması tamamen yasal olup, telif haklarından istisna edilmiş edimlerdir. Bunun tek koşulu kopyalananın kişinin özel kullanımı ile sınırlı tutulmasıdır. Fransa’da 1957 yılında özel çoğalma ile ilişkin düzenlemelere 1985 yılında kopyalamak için kullanılan teknolojilerin ya da aletlerin fiyatlarına yansıtılan ve fikri hak sahiplerine geri döndürülen bir sistem eklenmiştir. Ancak çoğaltma ve yayma teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, zaman içerisinde telif hakları sahip ve kuruluşlarını endişelendirmiştir. Bu sonuncular çoğaltma , yayma sistemlerinin giderek bir çeşit “fikri haklar” korsanlığına dönüştüğünü ve bu duruma bir son vermek gerektiğini kampanyalarla ifade etmişlerdir. Özellikle internetin, sayısal teknolojilerin ulaştığı aşamalar böylesi talepleri tetiklemiştir.

Komşu Haklar

Eser sahipleri dışında onlarınki kadar uzun süreli ve tanımlı olmamakla birlikte, yorumcu sanatçılar, prodüktörler, eserin alenileşmesinden itibaren 50 yıllık süreye tabi “komşu haklar” adı altında ifade edilen bir çeşit fikri haklara sahiptirler.
Yaratıcı Kamusallık (Creative Commons)

Yaratıcı kamusallık şeklinde çevirebileceğim (creative commons) bu sistemde eser sahibi bir lisansa sistematiği içerisinde eserinin fikri haklarını bir ölçüde yumuşatmaktadır. (Esnek kontratlar). Bu sistemi tercih edenler Lisansın niteliğine göre (CC lisansı) eserin ücretsiz kopyalanmasını, ticari amaçlar dışında kullanımını kamuya açmaktadır.
bkz. http://fr.creativecommons.org/ http://creativecommons.org/

Global Lisans

Zaman içerisinde telif konsepti teknolojilerin gelişmesine koşut olarak gelişmektedir. Bir yandan eser sahipleri ile onları temsil eden kuruluşlar bir yandan da tüketici örgütleri ortak girişimler sonucunda internet yoluyla eserlerin ticari olmayan yayımı ile ilgili bazı ilkeleri geliştirmeyi düşündüler. Fransız Tüketiciler Birliği (UFC), “Que Choisir”, Confédération du logement et du cadre de vie” gibi tüketici örgütleri ile “Adami”, “Spedidam”, “Alliance public-artiste” “Sanatçı, İzleyici Birliği’ni bu amaçla kurdular. P2P, e-posta, msn tipinde altyapı ağları ile yayımı yapılan eserlerin yasallaşması, buna karşın hak sahiplerince düşük ücretli telif karşılıkları elde edilmesi ilkesine dayanan çözümler ürettiler. ABD’de de fikri haklar hakları uzmanı Pofesör William Fisher de benzeri çözümler önermektedir.

Sayısal Hakların Düzenlenmesi ve Korunmaya İlişkin Teknik Önlemler / Digital Rights Management ; Mesures Techiques de Protection

Fransız Milli Meclisi’nde görüşülmekte olan yasa tasarısı, korunmaya ilişkin teknik önlemleri esas olarak almakta. Yasaya göre söz konusu önlemleri gidermek veri ya da kilitleri kırmak korsanlık olarak kabul edilmektedir. Bu önlemlerin en gelişkinleri DRM (digital rights management / sayısal hakların düzenlenmesi olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu kilitler kopyalamayı sınırlamakta kopyalamanın izin verilmeyen bilgisayarlarda yapılmasını engellemektedir. Müzik ve enformatik sanayi bu teknikleri kullanmakta uyumlu donanım pazarlaması yapmaktadır. Ancak kullanılan koruma tekniklerinin üreticiler açısından olumsuz tarafları da bulunmaktadır. Bunlar, değişik teknolojilerin birbirleri ile uyumlu olmamaları, dolayısıyla tüketicilerin mağdur olmaları, kullanılan koruma tekniklerinin kişiye özgü bilgilerin uzaktan erişimine olanak vermesi dolayısıyla özel hayatın dokunulmazlığını tehdit altına almasıdır.

Fikri Haklar ile ilgili Tartışmalar

Fransız sosyalist milletvekili Christian Paul, fikri haklar ile ilgili olarak her devirde, her teknolojik değişim sonrasında fikri hakların kültüre ulaşımın modern yöntemlerine uyum sağlamayı başarabildiğini iddia etmekte.

Ancak söz konusu milletvekilinin bir tartışma platformunda internet yoluyla aldığı soru ve verdiği cevaplardan bazılarını konuyu anlamamız için aktarıyorum

Soru:

Yasal olmayan kopyalama neden doğrudan “korsanlık” statüsüne sokulmakta ? “DRM” sistemi kişinin özel hayatının izlenmesi sonucunu yaratmayacak mıdır ? “Korsanlık” kültürel zenginliğin (patrimoine) özel kar amaçlı yağmalanmasıdır. Buna karşın İnternet fikri zenginliklerin en geniş kitleler içerisinde yayılmasına olanak tanımaktadır. Bu biçimi ile internet yoluyla yayılım “korsanlık” statüsüne indirgenemez. Bu uygulama özgürlük ortamının kontrol ve baskı altına alınması sonucunu doğurabilir. Fikri hakların korunması ilkesi adına bazı temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Fransa hukukuna “DRM” teknikleri ile ilgili koruyucu hükümler koyup öte yandan yayılım tekniklerinden bazılarını (kriminalize) suçlayıcı ilkeler koyarsa yanlış bir yola girmiş olmaz mı?

Soru:

Serbest yazılım, işletim kullanıcılarının ve bu tekniklerin durumu ne olacak ?

Yanıt:

Yazılım işletim, sistemleri arasındaki bilgi alışverişini kısıtlayacak yöntemlerin karşısında olacağız. Mecliste (interopérabilité) ilkesini savunacağız.

Soru:

Global lisanı savunmaktasınız, bu tutum Fransız sinemasının finansmanını baltalamaz mı?

Yanıt:

Müzik için teknik ve hukuki çözümler bence mevcut. Sinema ve odyovizuel için konu daha çetrefil. Ancak teknolojik gelişme o safhaya ulaştı ki günde dolaşan yüz binlerce sayısal dosya mevcut iken bu konuyu göremezlikten gelmek olası değil. Tez zamanda yayım ve telif haklarının hakça uygulanmasını sağlayacak yeni modeller geliştirmek zorundayız. Sinema alanı da buna dahildir.

Soru:

Özel kopya hakkı korunabilir mi?

Yanıt:

Özel kopya hakkının korunması olmazsa olmaz koşuldur. Bu temel hakkın tehdit altında bulunduğu doğrudur. Sosyalist parti olarak hem kişisel kopya hakkını savunacağız hem özel kişilerin müzik ve benzeri eserlere ulaşmalarını sağlayacak bir “global lisans” alternatifini oluşturmaya gayret edeceğiz.

Son Gelişme

Fransız senatosu 164 e karşı 128 oyla oldukça muhafazakar bir yasa tasarısını onayladı. Uygulamada ne denli başarılı olacağı kuşku uyandıran yasa, belli bir ölçüde eserlerin kişisel kopyalanması sürecini zorlaştırmakta. DRM sayısal hakların yönetimi, teknik koruma önlemleri gibi sayısal dosyaların şifrelerle korunma yöntemleri yasa ile olanaklı kılınıyor. Yasaya muhalefet karşı oy kullandı, merkeze bağlı milletvekilleri ise tarafsız kaldılar. Yasa metni karma komisyonda bir kez daha ele alınacak. Ancak kamuoyunun ve kültür çevrelerinin baskıları bir ölçüde sonuç verdi ve yasa değişik işletim sistemleri arasında veri alış verişini olanaklı kılacak “intéropérabilité” ilkesini kabul ederek Microsoft ve Apple firmalarının tekelini kırmaya yönelik uygulamaları benimsedi.

Görülüyor ki eserin, eser sahibinin, sanatın sanatçının toplumsal rollerinin değişmeye yüz tuttuğu post modern sonrası globalleşmiş dünya, hukuku dönüştürür iken, fikri haklar da bu dönüşümden nasibini almakta.

Sanatçı, bu yeni dünyada, özerk, eleştirisel, siyasal muhalif ve özgün kimliğini koruyabilecek mi ? Sanatçının dayanağı olan fikri haklar yeni dünya düzeninde hangi biçimlere bürünecek ?

Devam etmek üzere…

Bu ay gezimi burada bitiriyorum. Sörfünüzün denizi köpüklü olsun.

rasit.gokceli@isbank.net.tr

Demokratik Kitle Örgütleri Üzerine - 1987

Demokratik Kitle Örgütleri Üzerine
ve bir örnek olay: mimarlar odası



1973-1975 SEÇİMLERİ / İLHAN TEKELİ-RAŞİT GÖKÇELİ

1973-1975 SEÇİMLERİ / İLHAN TEKELİ-RAŞİT GÖKÇELİ


Kamuda Mimarlık Hizmetleri

Kamuda Mimarlık Hizmetleri
Raşit Gökçeli
Haziran 2007


Kamunun yok olması
Bu programa bakınca, işyeri temsilcileriyle ilgili programa bakınca, kamu sektörünün ne durumda olduğunun çok belli olmadığını düşündüm. Nimet’in işaret ettiği çok önemli bir mesele vardı. Mesleğin uygulanma biçimi nitelik değiştiriyor, özellikle kamuda kamu sektörü bildiğimiz eski sektör değil. Artık yönetişim modeline dayalı başka bir örgütlenme biçimi var. Yönetişim biçiminde yasa ile kurulan görünürde birtakım kurumlar var, karar alıcı kurullar var, kamu adı etiketi altında da iş yapan kurumlar var. Bu kurumlarda kamudan bir iki temsilci oluyor bakanlıklardan, fakat esas ağırlık işveren temsilcilerine veriliyor. Yönetişim modelinin temel noktası bu. Dolayısıyla bu yeni durumla nasıl başa çıkacağız? Kamudakilerin eğitimi bizi niye ilgilendiriyor? Biz şimdi sadece sürekli mesleki gelişim uygulayabiliyoruz. “Eğer şu tür bir programı takip etmezseniz, büro tescil belgesi vermeyeceğiz” diyoruz. Ama kamudakileri ne kadar ilgilendiriyor bu durum?
Dolayısıyla, “bu kamudakileri ne kadar ilgilendiriyor?” diye bir soruna geldiğinizde, kamudakileri bence ilgilendiren şey, kamunun kendisinin yok olması. Bölgesel kalkınma ajansları, yerel yönetimlere birtakım yetkiler veriliyor, İhale Kurumdan tutun, başka kurumlara kadar, dünya kadar kurum, bu yönetişim modeline göre örgütleniyor.
Kamu sektörünün yeni yasal durumuna ilişkin bir düşünce oluşturmak lazım. Emre Hocanın dediği gibi, eğitimine mi ağırlık verilecek, yoksa başka konulara mı, özlük konularına mı ağırlık verilecek? Özlük konularına ağırlık verilecek diyorsak, Emre Hocanın söylediği şey yapılmayacak olursa, o zaman tekrar kendi meslek odamız tarihine yönelmemiz lazım. Esaslı bir biçimde politik olarak sorgulamamız gerekiyor bu yönetişim meselesini.
Birgül Ayman Güler Hocanın ele aldığı biçimde “bu yönetişim meselesini, biz “bir sivil toplum kuruluşu muyuz, yoksa bir demokratik kitle örgütü müyüz?” biçiminde bir perspektif içerisinde irdelememiz lazım. Vereceğimiz yanıt eğer biz demokratik kitle örgütü, sivil toplum kuruluşu değiliz ise, o zaman tekrar tarihimize yönelmemiz lazım ve Mimarlar Odası içerisinde yaşanmış olan teknik eleman kurultayları meselesine yeniden retrospektif bir bakış atmamız gerekir.
Teknik eleman kurultayları ne yapabildi ne yapamadı, hangi sonuçları elde etti, hangi sonuçları elde edemedi? Bunlara bakmamız lazım.
Bir diğer mesele de kamuda mimarlık hizmetleri sorununu sadece mimarlarla çözemeyeceğizdir, ancak yan disiplinlerle birlikte çözebileceğimizdir. İster Bölge Kalkınma Ajansı haline dönüşmüş olsun ister düpedüz yönetişim modelli bir ajans olsun, böylesi yapılarda çalışan insanlarla, değişik mühendislik formasyonlarına sahip olan insanlarla karşı karşıya kalacak isek, gerçek durum artık sadece bir başına mimarlarla muhatap olmadığımız şeklindedir.
Dolayısı ile Teknik Eleman Kurultayı tarihine bir göz atıp, meseleyi tekrar tartışmamız gerekecektir. Sorulardan biri şudur: Disiplinler arasındaki birlikteliği yeniden sağlayabilecek miyiz?
Meslek Odasının erozyona uğraması
Sadece bir kamu sektörü ve sadece özel bir sektör yok. Arada teşekkül etmiş olan yönetişim biçimi, bazı organizmalar var. Sadece kamu denilince kurtulamayız veya sadece özel denilince kurtulamayız.
Esas karşılaşacağımız sorunlar bence meslek odasının erozyona uğraması süreci ile ilgilidir. Değerlendirme uzmanları İşyeri uzmanları ve bu gibi birçok alan. Bu alanlardaki insanlar kamu da ya da özel sektörde diye incelenemezler. Bunlarla Odanın rabıtası koptu, ilişkisi koptu.
Artık meslek odası olarak bütün mimarları kapsamıyorsun, müşavirler bir tarafa kaçmış, işyeri güvenliği uzmanları bir tarafa kaçmış, değerlendirme uzmanları bir tarafa kaçmış. Yönetişim tipi organizmalar içerisinde yepyeni birlikler, yepyeni odalar kurulmuş.
Teknik elemanlar kurultayında, çok geniş bir biçimde, klasik teoriye uygun olarak nitelikli teknik eleman, nitelikli çalışanların topyekun birlikteliği gibi klasik bir şemaya yaslanan bir bakış açısı vardı. Oysa günümüzde daha farklı bir hadise var. Bu bizi yeni bir iş organizasyonu değerlendirmesine yöneltmeli. Üzerinde kafa yormamız gereken konu budur.
Kapitalizmin bugünkü vardığı aşamada değişik iş organizasyonu değişik kategoriler ortaya çıkartıyor. Bu kategoriler şimdiye kadar alışageldiğimiz kategoriler değil ve biz bunlara otuz beş sene önceki gibi sadece bir teknik eleman kurultayı yapalım, platform yapalım şeklinde yaklaşamayız.
Disiplinler arası ittifak sorunu ve eğitim
Eğer eğitimi tartışacaksak, bence konu şu: Hem Odanın asli işlevleri ayağının altında kaydı, hem de akademinin işlevleri, akademinin ayağının altından kaymakta. Bir kere bu tespiti yapmak gerek.
İşlevler nasıl kaydı? Diyelim ki, Sermaye Piyasası Kurulu bugün ne yapıyor? Gayrimenkul Değerlendirme Uzmanlığıyla ilgili dört dörtlük eğitim veriyor. Burada yüz tane adam sınava giriyor, dört kişi bu sınavı kazanabiliyor. Bu dört kişinin de içinde mimar var mı, yok mu, o da biraz meçhul. Eskiden mesleğimize ait, bizim diyebildiğimiz bir alan, bilirkişilik alanını kaybettik gitti. Herhalde üniversitelerde de bu konuların dersleri mevcuttu. Yetki oysa artık SPK’da. Üniversitenin alanı kaydı, Mimarlar Odasının alanı kaydı.
Meslek Odası olarak sabah akşam, Danıştaya, İdare Mahkemelerine, dinamik hukuka aykırı, saçma sapan davalar açacağımıza, eğitim ile ilgili meselelerin esaslarını saptayıp, o konularda meslek odası olarak veya akademi olarak ne yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz.
Bizim elimizden geçen elemanları yahut bizim üyemiz olan elemanları bu konularda nasıl forme edebiliriz, nasıl eğitebiliriz, nasıl teknik olarak mücehhez kılabiliriz, yetkili kılabiliriz, yetkin kılabiliriz? Onu tartışmamız lazım. Bence ana problem bu, eğitimi tartışacaksak, bunun tespitini yapıp, bir kere bunların üzerine varmamız lazım.
Bu konuların üzerine de varırken, bizim kimlerle ittifak kuracağımızı tartışmalıyız. Tek başına mimarlar olarak mı mücadele edeceğiz?
“Mimarlar dünyaya bedeldir, mimarlar dışındaki disiplinler mimarlara düşmandır” mantığı yerine, yandaş disiplinleri bir arada, nasıl bir araya getirebiliriz? Onu düşünmeliyiz.
Bütün mühendislik hizmetlerini böylesi bir perspektif içinde nasıl örgütleyebiliriz, ona çaba sarfetmek gerek.
Yapı üretiminde ilişkiler matriksi
Nasıl bir yerden nasıl bir yere gidiyoruz? Eskiden ne vardı? Bir tarafta devlet vardı, bir tarafta yönetici vardı. Yönetici gidiyordu, binayı yapıyordu, devletle de bir şeklide ister köy muhtarı olsun, ister kim olursa olsun işi bitiyordu. Şimdi, iş böyle değil. Bir tarafta meslek birliği olacak, bir tarafta devlet olacak, bir tarafta yürütücü olacak, bir tarafta eğitim olacak. Yani, şöyle bir ilişkiler matriksinin noktalarını, kesişme noktalarını kafamda tasarlamaya çalışıyorum. Bir tarafta da meslek odası ve mesleki sorumluluk sigortası olacak. Meslek Odası, meslek sorumluluğu sigortası, kullanıcının mensup olduğu meslek birliği, kamu yani devlet, eğitim etti mi beş kesişme noktası. Bu beş tane kesişme noktası içerisinde bir acun tasarlayıp sistemi tasarlamanız gerekecek. Örneğin bir ziraat ünitesini, sanayi-ziraat ünitesini nasıl yapacağınız veya serayı nasıl yapacağınız o tür ihtisas binalarını nasıl yapacağınız, bunlara ilişkin sistemi kurmanız da, eğitim meselesinin cevabının öncüllerini oluşturuyor.
Bunlara baktığımız zaman, ne tür eğitim vereceğimize de bir anlamda bakmış oluruz.
O yapının inşaatında görev alacak teknik eleman (mimar?) elli parametrelik bir bilgisayar programını nasıl kullanacağını bilecek, hangi bilgisayar programcısıyla, yazılımcısıyla işbirliği yapmasını gerektiğini bilecek, hangi meslek birliğiyle işbirliği yapması gerektiğini bilecek. O meslek birliğinin devletle veya yerel yönetimle olan ilişkisini bilecek. Bu arada biz Meslek Odası olarak inşaat sürecinin sistematiğini kuramasak bile en azından kavrayacağız. Bizim tek şansımız var, meslek sorumluğu sigortası mekanizmasını işletmek. Ancak o zaman, biz Meslek Odası olarak bir fonksiyon sahibi olabileceğiz. Demin anlattığım o matriks içersinde bu ögelere bakabilirsek, ne âlâ, bakamazsak eski usul yolumuza devam edelim.

Üretici ve tüketici ile ilişki kurma
Eğitimle ilgili program yapacaksak, ben çok somut bir şey söyleyeceğim.
Üretici ve tüketici birlikleriyle temasa geçelim. Örneğin çimento üreticileri, beton üreticileri, çelik üreticileri. Bunlarla öyle bir program yapalım ki, bunların ne tür bir teknik eleman kadrosu tasarladıkları, varsa öyle bir tasarıları, tespit etmeye çalışalım.
Şu ana kadar eğitim kurultaylarında bence somut sektöre pek fazla değinilmedi. Ben bugün bir Çimento Üretici Birliğiysem yahut Çelik Üreticileri Birliğiysem, nasıl bir yani nasıl bir teknik eleman görmek istiyorum? Böyle bir soruyu soralım.

Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı - Görüş

Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı
İle İlgili Görüş

Raşit Gökçeli

Temmuz 2005



Yasanın İçeriği ve Anlamı

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca hazırlanarak Başbakanlığa gönderilen Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı, “Ulusal ve Uluslararası meslek standartlarını temel alarak teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek, bu yeterlilikleri kazandıracak eğitim kurumların ve programlarını akredite etmek, akreditasyon, denetim, ölçme, değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek suretiyle teknik ve mesleki eğitim ve öğretimin seviyesini yükseltmek ve bunun için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek üzere” tasarlanmış, bu amaçla kurulması düşünülen Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu’nun, Avrupa Topluluğu ile bütünleşme süreci içerisinde önemli bir işlev yürüteceği varsayılmaktadır.

Yasa ayrıca 2005 yılında yürürlüğe giren GATS anlaşmaları ile de yakından ilgilidir. Bilindiği gibi Türkiye, GATS anlaşmaları çerçevesinde yedi temel meslek (içlerinde mimarlık ve tıp da bulunan) ile ilgili düzenlemeler ayrıntılı bir biçimde düzenlemekte iken ayrıca sayıları birkaç yüzü bulan birçok mesleğin ya da teknik disiplinin uluslar arası standartlar ile uyumlu içime getirilmesi yükümlülüğü içerisine girmiştir.

Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu (UMYK) Yasası bu işlevi yerine getirmek üzere tasarlanmış bulunmaktadır.

Bu yasanın yürürlüğe girmesi ile de MEGEP (Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi) ile sürdürülen çalışmalar 30.09.2007 tarihine kadar sürdürülmekle birlikte MEGEP, sorumluluklarını ve kaynaklarını aşamalı olarak UMYK’ya devredecektir. MEGEP’in ise Mili Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda Avrupa Birliği’nin hibe katkıları ile yürütüldüğünü UMYK yasası’nın geçici 2. maddesinden anlamaktayız.

Yasanın Genel Gerekçesinde : “Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile diğer gelişmiş ülkelerdeki mesleki yeterlilik sistemleri incelendiğinde; çalışma hayatı ve eğitim kesimi arasında işlevsel bağın kurulmasında meslek standartları, sınav ve belgelendirme sisteminin önemli bir araç olarak kullanıldığı ve mesleki yeterliliğe ilişkin hizmetlerin ürün standartlarını belirleyen kuruluşlardan ayrık olarak, devlet, işçi, ve işveren kesimlerinin katılımı ile oluşturulan özerk kurumlar tarafından yürütüldüğü görülmektedir.” denilmektedir.

Buradan da görüldüğü üzere Avrupa Birliği ile yürütülen bütünleşme çabaları içerisinde önemli bir yer tutan yönetişim (governance) ilkesi yasanın genel gerekçesi içerisinde açıkça yer almaktadır.

Yine bu noktada yasa genel gerekçesi içerisinde yer alan :

“İngiltere : QCA (Qualifications and Curriculum Authority);
Almanya: BIBB (Federal Institute for Vocational Training);
ABD: NSSB (National Skill Standarts Board);
Japonya: Merkezi İnsan Kaynakları Geliştirme Konseyi
Avustralya: IBW (Institute for Educational Research and Economy;
Fransa : INFFI (Centre pour le development de l’information sur la formation permanante);
Hollanda: COLO (Central Institute for national Vocational Bodies,

Örneklerinin ayrıntılı olarak ileride incelenmesi gereği ortaya çıkmaktadır.




Yasanın Temel Yapısı

Yasa “özel hukuk hükümlerine tabi olmak üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip ve özel bütçeli” bir kuruluşun yine özel bir kanuna dayalı olarak oluşturulması sistematiği içerisinde ele alınmıştır.

Kurum görev ve yetkileri son derece geniş tutulmuştur.

Bu görev ve yetkiler :

-Mesleki yeterlilik sistemleri ile ilgili her türlü politika, plan, düzenleme
-Meslek standartlarını belirlemek, bu standartları belirleyici kurumları tespit etmek,
-YÖK ile bu alanda her türlü işbirliği yapmak,
-Teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek,
-Ulusal ve mesleki yeterlilikler alanındaki eğitim ve öğretim kurumlarının programlarını akredite etmek veya edecek kurumları belirlemek,
-Yeterliğini belgelendirmek isteyenlerin sınavlarını yapmak, sertifikalarını vermek,
-Sınav ve belgelendirme sistemini yürütmek,
-Türkiye’de çalışmak isteyen yabancıların sahip oldukları mesleki yeterlilik sertifikalarının denkliğini belirlemek ve yurt dışında çalışmak isteyenlerin sertifikalarını onaylamak,
-Ulusal Mesleki Yeterlilik standartlarını dünyadaki ve teknolojideki gelişmelere uygun olarak geliştirmek, yeterlilik standartlarını yükseltmek ve uluslar arası alanda tanınmalarını sağlamak,
-Yaşam boyu öğrenmeyi teşvik emek ve desteklemek,
-Mesleki alan ve sektörler arasındaki yatay ve dikey geçişler için gerekli yeterlilikleri belirlemek,
-Diğer ülkelerdeki benzer kurum ve kuruluşlarla her türlü ilişkide bulunmak,
-Faaliyet alanına giren her türlü çalışmayı yapmak,

olarak belirlenmektedir.

Bu yetki ve görevler eğitim, işgücü planlaması, GATS anlaşmaları dolayısı ile ve Avrupa Topluluğu ile oluşacak ilişkiler çerçevesinde işgücünün dolaşımı, işgücünün mesleki ve teknik kriterlerinin belirlenmesi, her türlü yeterlilik ve akreditasyon kriterlerinin tespiti, sürekli eğitim ve benzeri mesleğimizi ve TMMOB’yi ilgilendiren birçok alanda kurumu birinci derecede yetkili kılmaktadır.,

UMYK’nın yetkilerinin ve bunları uygulama olanaklarının genişliği hakkında fikir sahibi olmak için yasanın beşinci bölümündeki “Gelirler, Giderler Bütçe ve Denetim” maddelerine bakmakta yarar vardır.

Gelirler şöyle sıralanmaktadır:

a-Genel Kurul üyesi kamu kurum ve kuruluşlarının ödeyeceği (a) ve (b) grubu üyelikler için miktarları bütçe kanunu ile belirlenecek aidatlar.
b-Kamu kurum ve kuruluşları dışındaki üyelerin, kamu kurum ve kuruluşları ile aynı miktarda ödeyeceği aidatlar,
c-Kurumun ulusal ve uluslararası düzeyde gerçek ya da tüzel kişilere vereceği hizmetler karşılığında alınacak ücretler,
d-Kurumun, sınav ve belgelendirme çalışmalarında bulunmak üzere onayladığı kurum veya kuruluşlardan alınacak ücretler,
e-Yayın, telif hakları, marka ve lisanslardan alınacak ücretler,
f-Ulusal ve uluslar arası kaynaklardan alınan her türlü yardım ve bağışlar ile diğer gelirler,
g-Kurum gelirlerinin değerlendirilmesinden elde edilen gelirler.

Konunun tam olarak kavranması için UMYK Yönetim Kurulu ile Sektör Komiteleri hakkında da bilgi sahibi olmak gerekmektedir.





Yönetim Kurulu :

a) ve (b) tipi üyelerden oluşmakta olan genel Kurul üyeleri arasından ve (a) grubu üyesi her kurumdan birer temsilci ile (b) grubunda yer alan kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, üyeleri arasından seçeceği iki temsilciden oluşur.
Bu ifade Yönetim Kurulu sekiz tane a tipi üye grubunun on yedi üyesi ile on dokuz adet b tipi üyenin aralarından seçeceği iki üyeden yani on dokuz üyeden oluşacağı izlenimi vermektedir. Bir diğer ihtimal (daha zayıf olanı) ise 17 üye artı 19x2=38 yani 38+17= 55 üye den oluşacağıdır.

A grubu üyeler :

Milli Eğitim Bakanlığı. 2 üye
Çalışma ve sosyal Güvenlik Bakanlığı : 2 üye
Yüksek Öğretim Kurulu : 2 üye
Türkiye İş Kurumu: 1 üye
İşçi Konfederasyonları : 1 üye
İşveren Konfederasyonları: 1 üye
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği: 4 üye
Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konf: 4 üye


Sektör Komiteleri:

Madde 14: “Ulusal meslek standartlarını hazırlamak veya kurum dışında yetkili kurumlara hazırlattırılan (bu ifadede bir yasa metninde bulunması gereken yeterli belirginlik mevcut değil. rg) standartların ulusal meslek standardı olarak kabul edilebilmesi için gerekli incelemeyi yaparak Kurulun onayına sunmak üzere sektör komiteleri kurulur. Sektör komiteleri Bakanlık, (Çalışma Bakanlığı, rg.) Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu, meslekle ilgili diğer bakanlıklar, işçi ve işveren kuruluşları, meslek kuruluşları ve kurumun birer temsilcisinden oluşur.

Buradaki yapı Genel Kurul ile özdeşlik taşımaktadır.

Yasanın Yorumlanması

Yasa önümüzdeki günlerde Türkiye’nin gerek GATS anlaşmaları gerekse Avrupa Birliği müktesebatı ile ilgili yaşanacak olan ve genel anlamda nitelikli işgücünün statüsü, bu işgücünün serbest dolaşımı, nitelikli işgücünün akreditasyonu, sertifikalandırılması, bu amaçla eğitim ve öğretim alanında yer alacak tüm düzenlemeleri curriculumları sınav ve belgelendirme düzenini, sürekli eğitim, ve her türlü meslek grubu ile ilgili değerlendirme ve sicil işlemlerinde meslek kuruluşlarının izleyecekleri yöntemleri
Kısacası nitelikli işgücü ile ve bu işgücünü kullanacak olan sektörler ile ilgili birincil öneme sahip düzenlemeler getirmektedir.

Yasa ilk bakışta YÖK ve ÖSYM’nin yetkilerini kısıtlanması amacını taşıyan kısa, basit politik öngörüler ve amaçlar izlendiği izlenimini doğmakta ise de durumun bundan çok daha kapsamlı bir yeniden yapılanma ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çalışma hayatı ile ilgili ve doğrudan GATS anlaşmalarından, Avrupa Birliği müktesebatından, dahası Küreselleşme ile ilgili fundamental yapısal değişimlerden kaynaklanan yeni bir model önerisi ile karşı karşıya bulunduğumuz gerçektir.

Küreselleşen dünya düzeninde her türlü nitelikli emek artık dünya ölçeğinde geçerli olan ve eşdeğer olan kriterlere bağlanmaktadır.

Bu aşamada sorulacak sorular şunlardır:

-Eğer meslekler çeşitli uluslar arası standartlara göre akredite edilecek ve sertifikalandırılacak ise;

a-Meslek erbabının (nitelikli emeğin) çeşitli ülkelerdeki dolaşım hakkı aynen sermaye ve mal dolaşımında olduğu gibi serbest olacak mıdır?

b-Meslek erbabının (nitelikli emeğin) ücret standardı olacak mıdır? Başka bir deyiş ile deregülasyon ve esnek üretim dolayısı ile yaşanan ülkeler arası ülke içi eşitsizlikler giderilecek midir?

Bu alanda emeğin Avrupa’sı, Küreselleşme hareketleri, “Corporate Watch” gibi küreselleşme hareketlerinin çaba ve önerileri dikkatle izlenmelidir.

Yönetim Kurulu’nun Temsiliyeti ve Sektör Komiteleri ve Klasik ve Teknik Eğitim açısından

Bir yönetişim modeli olarak sunulan UMYK yasasının gerçekte kamusal alanı temsiliyet özelikleri dolayısı ile daralttığı, YÖK ve ÖSYM gibi yılların deneyimi ile faaliyet gösteren kurumların yetki alanına girdiği, yönetmeliklere çok fazla (sektörel komiteler) yasama alanında yer alması gereken temel nitelikte yetkiler transfer ettiği böylelikle yasal normlar hiyerarşi yapısını zedelediği açısından teknik eleştiriye tabi tutulabilir.

Ayrıca sürekli eğitim, mesleklerin özellikleri, nitelikleri, sertifikalandırmaları, akreditasyonları ile ilgili olarak meslek odaları ve üniversitelerin yetki alanını daraltan bir kurumlaşma ile karşı karşıya bulunulduğu, bu kurumda üniversiteler ile meslek odalarının ağırlıkları gereğince temsil edilmediklerini vurgulamak gerekmektedir.
Bunun yanı sıra önümüzdeki dönemde yabancı emeğin ülkemize girişi yerli emeğin yurt dışında iş bulma olanakları açısından gerektiği Avrupa Birliği ve benzeri hukuki oluşumlardan talep edilmesi gereken derogasyonlarla ilgili düzenlemelerin yasa içerisinde açıkça zikredilmelerin de uygun olacağının altı, yasa metni içerisinde net bir biçimde çizilmelidir.


Son söz : Yasanın Model Olma Özelliği

UMYK Yasası ‘nın kanımca en önemli özelliği içeriğinin yanı sıra düzenlenme mantığı ve yapısı ile bir “model yasa” olmasıdır.

UMYK yasası Bakanlıkları, Bürokrasiyi, İşveren, İşçi, Esnaf ve Meslek Örgütleri, Eğitim sektörünü, üretim, finans alanlarındaki sektörleri ve ilgili kurumları karar verici organlarda ve özel bir yasanın şemsiyesi altında ve idari ve mali özerklikle donatarak temsiliyet açısından ileri bir aşamayı şeffaflık açısından olumlu bir ilerlemeyi hayata geçirmekle birlikte tüketici örgütlerinin yapılanmada yer almaması eleştiri konusu olmalı, ayrıca emek ve nitelikli emek kesiminin göreceli zayıf temsiliyeti de eleştirilmelidir.

UMYK yasasının diğer uğraşı alanlarımızda yer alan Stratejik Planlama, Yapı, İmar Planlama, Konut finansmanı yasaları, Kamu İhale Kurumu, Belediyeler, Büyük Kent Belediyeleri, Özel İdareler, Yapı Denetimi, Malzeme standartları, kamu finansmanı ve daha birçok alanda çıkartılmakta olan veya çıkartılmış yasalar sistematiği içerisinde kendisine işlevsel bir alan açan tasarlanışı açısından mevcut devlet yapısı içerisinde yol açtığı değişiklikler açısından (yönetişim modeli) “model” bir hukuk uygulaması olduğunu, gelecekte bu yasanın yapısına benzer başka yasa önerileri ile tanışacağımızı göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

13 Ekim 2007 Cumartesi

Öteki Ben'e Bakış

Öteki Ben’e Bakış

Nehirler Denize Kavuştuğunda
Boğaza Dair Hikâyât

Vecdi Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.

Raşit Gökçeli

Ocak 2003



“Kara Büyülü Uyku” ve “Cimri Kirpi” romanları ile tanıdığımız Vecdi Çıracıoğlu’nun on sekiz öyküden oluşan öykü kitabı, “Nehirler Denize Kavuştuğunda”, İthaki Yayınları’nın “Türkçe Edebiyat” dizisi kitapları arasından yayınlandı.
Çıracıoğlu’nun romanlarından alışageldiğimiz özgün anlatısı kısa öykülerinde de karşımıza çıkıyor. “Kara Büyülü Uyku” ve “Cimri Kirpi” romanlarında entrika ve temanın kendine has bir zaman-uzay geometrisi boyutunda özgün bir yazı biçemi içerisinde ete kemiğe bürünmesi, tiplemelerin sadece insan biçiminde değil, fakat anlatıda yer alan kimi zaman toplumsal konjonktürlerin kimi zaman ise teknolojik süreçlerin roman kahramanı niteliği kazandırılarak okuyucuya sunulmaları, Çıracıoğlu anlatısının oylumlu bir zenginlik kazanmasına yol açıyordu. Bu anlatının şiirsel imgeler ve derin bir araştırma ürünü olan zengin bir sözcük dağarcığı ile zenginleştirilmesi Çıracıoğlu’nun okuruna nitelikli ve uzun soluklu bir edebiyat macerası yaşatacağının göstergesi olmuştu.
“Aykırı”ya Yeniden Bakabilmek
“Nehirler Denize Kavuştuğunda” içerisinde yer alan on sekiz öykü, Çıracıoğlu’nun alışageldiğimiz anlatı özelliklerini taşımakla birlikte okuyucuya yeni bir dünya sunmaktadır. Bu dünya, toplumun içinde yer almakla birlikte yeterince önem vermediğimiz fakat öngöremeyeceğimiz kadar bize, kendimize ait olan, yaşantımızın içine girdiği ölçüde dikkatimizden kaçan, ancak yine de benliğimizin unutmaya çalıştığımız bir yanını ilgilendiren, paralel bir dünyanın dramına ait enstantanelerden oluşuyor.
Yaşadığımız acımasız ve tekdüze dünyada küreselleşmenin aşağıladığı yok varsaydığı bireyin en marjinal konumlarda en sefil durumlarda dahi varlığını sürdürdüğünü, sonsuz zengin bir evrene sahip olduğunu, marjinale, aykırı olana yeniden “bakmak” gerektiğini vurguluyor Çıracıoğlu’nun kısa ve çarpıcı anlatıları.
İnsanı tekdüzeleştiren, yaşamı yeknesaklaştıran, topluma bakışımızı sığlaştıran, yaşadığımız çevreyi doğasıyla birlikte hoyratça tahrip eden, bizleri tek tek birey olarak dar ve kısıtlı bir ekonomik dizge içerisine hapseden, kimliğimizi fakirleştiren bugünün egemen düzeninin birer android robotumsusu haline dönüştüren kara vicdanlı egemenlerin ağından kurtulabilmenin ilk koşulu “farklı” bir dünyayı tasarlayabilmekten geçmektedir.
İşte bu yüzdendir ki marjinal olanı farklı olanı anlamak fazlasıyla önemlidir. Çıracıoğlu’nun öyküleri toplumun kenarına, dışına itilmiş gibi görünen bu farklı, aykırı kişilere birer spot ışığı çakıyor. Bizlere ise onları yeniden keşfetmek kalıyor.
Öteki’ne Bakış
Farklı bir “dünya”nın var olabileceğini tasarlamak, hapsedildiğimiz “cehennemin” karabasanından sıyrılarak, dört duvar arasında kıstırılmış kişisel “ben” in de kurtuluşunun ilk adımıdır. İşte bunun için toplumun itilmişlerini, yenik ütülmüşlerini, marjinallerini yalnızca “gözle” değil ama “yürekle” de görebilmek önem taşır.
John Berger’in “Öteki’ni” görebilmek anlayabilmek, acı içindekinin dramını felaketini yüreğiyle hissedebilmek olarak tanımladığı “farklı bakış açısı” dünyayı kavrayabilmek açısından önem arzettiği gibi, “bakış sahibi”ne de kendi “ben” inin, “öteki”ne olan bakışı aracılığı ile “kefaretini” ödeme olanağı sağlar !
Ancak “öteki”ne yürekle bakılabildiğindedir ki kendi “ben”imiz de aşkınlaşarak yeni tinsel oylumlar kazanabilecektir. Öteki’ne bakabilmenin en verimli yollarından biri de her konuda olduğu gibi iyi edebiyattan geçer. Bu nedenle Çıracıoğlu’nun öyküleri bize “öteki”ni tanıtan ona yürekten bakabilmenin anahtarını sunan iyi bir edebiyat ürünü olan metinlerdir.

Öyküler
On sekiz öyküyü kabaca üç grupta toplayabiliriz. Birinci grupta Rumelihisarı’nı mekânsal gergef olarak ele alan, “Faretin, Ateş Böcekleri ve Gerilla Sinek, Pavurya, Goril Sadık, Maviden, Karakoyun Dede, İo Geçidi, Kofana, Darius ve Sallaris” adlı dokuz öykü yer alıyor. İkinci grupta Rumelihisarı ve Boğaz mekânsal olarak ön planda durmamakla birlikte kaybedilmiş yaşam güzelliklerini ve tadları içerilerinde barındıran, “Pervaneci Artaki Usta, Napolyon, Fesleğen, Avanostan bir Nova Kaydı, İlk Aşk” adlı beş öykü var. Bunlardan “Pervaneci Artaki Usta” Edebiyatçılar Derneği ve TESK’in (Türkiye Esnaf Konfederasyonu) “Esnaf Öyküsü” birincilik ödülü (2002)’yi kazanmıştır. Üçüncü grupta ise “Nehirler Denize Kavuştuğunda, Güruh ve Yeniden Yapılanma, Baba İncir, Artin Kemal” adlı dört öykü daha bulunuyor.
“Faretin”, iki Rumelihisarı demkeşinin bir fare ile yaşadıkları trajikomik öykü. Lezzetli an’lar barındırıyor. “Nasıl eski çağlarda kadınlar gözyaşlarını ince belli narin şişelerde itinayla saklamışlarsa, nakkaş da böyle durumlarda yarım kalan şarabını aynı hassasiyetle zulalardı.” (s.20)
“Ateş Böcekleri ve Gerilla Sinek”, “...uzun yolda adressiz yürüyen” (s.31), köyün tatlı bir delisinin hüzünlü sonunu ve ateşböcekleri ile süslü renkli yaşantısını anlatıyor.
“Pavurya” bir balıkçı ağına takılan kesik bir elin etkili bir hikayesi.
“Goril Sadık” demlenirken “içki masasının gülleri” olan mezelere bakıp onları yemeyen bir canın öyküsü.
“Karakoyun Dede” “tüm zamanları kavrayan iki değişik anın alacak verecek hesaplaşması üzerine kurulmuş bir metafor.
“İo geçidi” kısa bir Boğaz senfonisi. “Çaça, gümüş, aterina, çamuka, kefal, istavrit, kıraça, zargana, akya, larya, sivriler ve zindandelenler sürülerinin “anavaşya” ve “katavaşya” göçleri içerisinde bir deniz balesi icra ettikleri, bir zamanlar fokların mekân tuttukları dönemi anımsatan bir metin. (ss.88-95).
“Kofana” bir Rumelihisarı marjinalinin acıklı yaşamından birkaç fırça darbesi ile bize sunulan bölümler içeriyor.
“Darius ve Sallaris” ise Rumelihisarı’nın İkinci Boğaz Köprüsü ile değişen kaderine ilişkin bir anekdot niteliğinde.
“Pervaneci Artaki Usta” Kaybolan zanaat erbabının dramını, “Napolyon” yitip giden bir “hayatın ağır antrenörünü”, (s.101), “Fesleğen” renkli bir çocukluk hatırası çerçevesinde yitip giden berber dükkânlarını, “İlk Aşk” “tuzlu gözyaşlarından onun kör olduğunu” anlayan (s.87) çocuğun duygularını anlatıyor.
“Artin Kemal” adlı öyküde ise üç ayrı neslin tüm zamanların “n” boyutlu koordinatlarındaki garip ve rastlantısal bir kesişmesi söz konusu.
Bastırılmış bir Maket
Öykü yazmanın bir çok zorluğu taşıdığını hep düşünmüşümdür. Kısa metinler her zaman tuzaklar barındırır. Birkaç cümle, birkaç satırla, bir dünya bakışını okura sunabilmek oldukça zordur. Sanki uzun uzun tasarlanmış bir mekân üç boyutlu değil de iki ve daha az boyutlu bir mekna indirgenerek diğer insanların anlayış, kavrayış ve beğenisine sunulmak durumundadır.
Öykü bir romanın kullandığı olanaklardan bu yönüyle yoksundur. Barındırdığı ögeler yoğun, sıkıştırılmış bir gaz, gibidir. Öykü, kapağı açılınca fırlayan yaylı bir kukla gibidir. Ustaca tasarlanmadığında yayın neyi nereye fırlatacağı belli olmaz.
Öykünün bize kurduğu bir diğer tuzak ise kısa olan bir metni hızla okumamız gerekip gerekmediği sorunsalıdır. Kısa olan bir metnin hızlı okunması gereği yoktur. Öyküden öyküye okuma hızı da değişecektir! Daha açık bir deyişle öykücünün kısa metni içerisinde okuyucuyu büyülemesi ve metnini gereken yavaşlıkla okutabilme becerisini gösterebilmesi gereklidir!
Çıracıoğlu, öykü kitabında söz konusu tuzaklara düşmeden, bizleri an’lardan ve enstantanelerden oluşan bir samanyıldızının ışıklı halısı boyunca sürükleyerek farklı ve marjinal bir dünyanın kapılarını açıyor.
Öteki’ne değişik bir bakış atmamızı, onu gözlerimizle olduğu kadar yüreğimizle görmemizi sağlayacak olan iyi bir edebiyat metni sunuyor.
Çıracıoğlu “Nehirler Denize Kavuştuğunda” içerisinde yer alan anlatı enstantanelerin ileride daha başka yapıtlara da malzeme oluşturacakları sezgisi ve ümidini de biz okuyuculara vermiyor değil doğrusu.

Sarıkasnak

Sarıkasnak

Vicdanın gözü seni izliyor !

Vecdi Çıracıoğlu, Sarıkasnak, Everest Yayınları, İstanbul, 2006 126 s.

Raşit Gökçeli
Temmuz 2006




Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi”, “Serseri Standartları Sempozyumu” romanları ve “Nehirler Denize Kavuşur” adlı öykü kitapları yayınlanmıştı.

Everest yayınları arasında yayımlanan “Sarıkasnak” romanı, daha doğrusu novella demek gerekir, 1933 yılında bir Karadeniz kasabasında yer alan bir dalgıç öyküsü. Dalgıç elbisesinin başlığı ile elbiseyi birbirine bağlayacak alaşımlı halka, sarıkasnak, dönemin koşullarında o denli kıymetli ki, kullananlar o metal parçasının esiri oluyorlar.

Novella, bu değerlinin değerlisi sarıkasnak ve kullanıcılarının tutkulu, yer yer büyülü serüvenini yalın bir anlatım, arındırılmış fakat klasik kişilik irdelemeleri aracılığı ile basit bir insanlık dramı çerçevesinde bizlere aktarıyor.

Nitelikli olmaları koşulu ile, bilimsel çalışma ile edebiyat eserlerinin ortak özellikleri bulunduğu kanaati beni hiç bir zaman terketmemiştir.

Bilimsel eserdeki varsayımı irdeleyebilmek amacı ile değişkenlerden birçoğu sabit kabul edilip belirli bir değişkenin üzerinde yoğunlaşılır, edebiyat eserinde de bu özelliğe sıkça rastlanır. Özellilkle trajedilerde örgü ana bir gerilim unsuru etrafında düğümlenir. Yine anlatımda çok katmanlılık, basit dil, onun üzerinde yer alan ve okuyucunun konuyu çözebilmesi için belirli bir altyapıya sahip olmasını gerektiren üst dil, bunların bir arada birlikte birbirlerini engellemeden, ezmeden ve uyum içerisinde var olabilmeleri hem bilimsel eserin hem de nitelikli edebiyat eserinin olmazsa olmaz koşullarıdır.

1933 yılı ilkbaharında ve Hıdırellezinde “Dünyanıngözü” adındaki Karadeniz kasabasında yer alan olayın yer ve zaman seçiminden itibaren başlıyor Vecdi Çıracıoğlu’nun eğretileme yağmuru.

Çünkü novellada anlatılan en “arındırılmış biçimi” ile insan vicdanının macerası. Kendine yediremediği, yakıştıramadığı, yaşadığı dönemin etik kodları ile uyuşmayan bir edimin insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatan klasik bir anlatı sunuyor Çıracıoğlu bizlere. En azından kitabın “alt okuması” böyle.

Önce 1933 koşullarından başlayalım. 1933, dünya kapitalizminin bunalım yılı. Halk kitlelerinin işsizlik, yokluk, açlık her türlü felaket ile karşı karşıya kaldıkları bir dönem. 1933 aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin, Almanya’da Hitler nazizminin iktidara gelmesi ile duyulmaya başlandığı dönem. Genç Türkiye Cumhuriyeti yıkılan imparatorluğun küllerinden yeniden dirilmeye, savaş ve yokluktan kurtulmaya çabalamakta. Güdümlü ve otoriter bir modernizmin liderliği altında yol almaya çalışırken otarşik eğilimlerin etkisi altında dünyadan kopuk bir görünüm içerisinde. “İnkılabı” savunma psikolojisi, başlıca tasa. “Mübadele” politikaları, “kabotaj” yasası benzeri “yabancı sermaye” karşıtı önlemler söz konusu tasanın açığa çıkan belirtileri.

Böylesi bir ortamda 19. asırda batıya yönelik tomruk ticareti bitmiş, mübadele dolayısıyla nitelikli işgücü nerede ise yok olan kasaba oldukça tekdüze bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip. Sabahattin Ali, Sait Faik, Yaşar Kemal’lerin anlatımlarından aşina olduğumuz bir coğrafya “Dünyanıngözü” kasabası.


Dünyadan yalıtılmış bu Karadeniz kasabasında metaforlarla, simgelerle bezenmiş bir dünya yaratmakta gecikmiyor Çıracıoğlu.

Çıracıoğlu’nun, romanının belki de başlıca tipi olan Camgöz Reis’in Çanakkale savaşında kaybettiği gözünün boşluğuna taktığı “cam göz” ile kasabanın adı olan “dünyanın gözü” arasındaki üst üste düşüşün rastlantısal olmadığını novellayı okuyulanlar anlamakta gecikmeyeceklerdir.

Camgöz Reis’in arkadaşları “Hortumcu” ve “Çıkırıkçı” vicdanlarını rahatsız eden hareketlerinden sonra “vicdanın gözü” tarafından bir türlü rahat bırakılmayacaklardır. Taa ki “emaneti” geriye iade ettikleri ana kadar. Vicdanları ancak o an huzura kavuşacak tepelerinde zebella gibi dolanan “vicdanın gözü” ancak o koşulla yakalarından düşecektir.

Elbette ki modernite öncesi bir zamandan söz etmekteyiz ve Orwell dünyasının “kirlenmiş gözü” “Dünyanıngözü” kasabasına henüz uğramamıştır.

En arınmış hali ile vicdan…

Ve vaki olur ki Kain, muhtemelen kıskançlık yüzünden, Habil'i öldürür. Bunun üzerine Tanrı, sanki olan bitenlerden haberi yokmuş gibi, Kaine sorar: "Kardeşin Habil nerede?". Kain "Bilmiyorum" diye yanıt verir. Tanrı kendisine: "Ne yaptın? Kardeşinin kanının sesi topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanetlendin; o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı; toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın" der (Tevrat/Tekvin, Bap 4: 9-13).
Kain Tanrı'ya seslenir: "Cezam taşınamayacak derecede büyüktür. İşte bugün, toprağın yüzü üzerinden beni kovdun; ve senin yüzünden gizli kalacağım, ve yeryüzünde kaçak ve serseri dolaşacağım; ve vaki olacak ki, her kim beni bulursa, beni öldürecektir" (Tevrat/Tekvin, Bap 4:14-15)
Bu sözler Kabil'i öylesine hiddetlendirir ki, nefsini yenemeyerek bir vuruşta kardeşi Habil'i öldürür. Kur'an'da söyle yazılı: "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu" (K. Maide 30)
"Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona (Kabil'e) göstermek için yeri eseleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) :-'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim'- dedi, ve ettiğine yananlardan oldu" (K. Maide 31) 53
Söylence insanlığın tarihi kadar eski. Rivayet edilir ki “bir göz”, vicdanın gözü, ki tanrının ve gazabının simgesidir, de Kain’i o meşum hareketinden sonra tepeden izler ve işlediği günahı sürekli biçimde anımsatır. Kain bu ilahi kınamanın yükü altında bir daha iflah olmaz.
Çıracıoğlu, Sarıkasnak’ta böylesi kadim bir temayı nerede ise klasik ve dolaysız bir anlatım ile okuyucuya aktarıyor.
Arınmış vicdan, damıtılmış kişilikler. Ama basit değil. Bir üst okumayı gerektiren bir anlatı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Çıracıoğlu bu anlatıda nakletmeye mezun bulunmadığım bir tasarısı için hazırlık yapıyor.
Zihnin en damıtılmış hali, dimağın en arındırılmış biçimi kimi koşullarda insan trajedisi ile öylesine kesişebilir ki…
İlk bakışta bir “Küçük Prens” sadeliği ile karşılaşan okuyucu Çıracıoğlu’nun yazarlık serüveni içerisindeki “epikriz” hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan alelacele hüküm vermemeli.
Sarıkasnak novellası içerisinde Vecdi Çıracıoğlu’nun pek sevdiği motifler fazlası ile yer almakta.
Bunlardan biri Çıracıoğlu’nun “an” ile ilişkisi. (*) (**) (***) (****)
Çıracıoğlu, “an” a iade-i itibar eden bir yazar. Eserlerinde “an” ın değeri yücetilir, “an” adeta bir büyüteç aracılığı ile en ince ayrıntısına kadar ve üzerinde durularak alabildiğine ayrıntılı biçimde nakledilir.
Çıracıoğlu, “an züğürdü” olan insanı mazi ve ati ile “anların kardeşliğinde” buluşturarak faniliğine, umarsızlığına bir nebze de olsa teselli sağlar romanlarında.
Çıracıoğlu daha önce kitaplarını okuyanların anımsayacağı üzere cansız nesneleri roman kahramanı tiplemesi olarak kullanmayı sık sık yeğliyor. Novellaya adını veren sarıkasnak bu açıdan da bir istisna oluşturmuyor. Öylesine ki kitabı ele aldığımda Çıracıoğlu’nun metalürji mühendisi olmasından ve “Kara Büyülü Uyku” romanındaki unutulmaz dökümcülük macerasının anısı ile sarıkasnak objesinin imalatı ile ilgili bir serüven ile karşılaşmayı beklerken bu kez yine kültleştirilmiş obje ile ilgili ama değişik türde sürprizli bir anlatı ile karşılaştım.
Öte yandan metaforların alabildiğine kullanıldığı novellada tiplemelerden birinin cansız bir nesne olan sarıkasnak olmasının yanı sıra “halka”, “yüzük” temalarının edebiyatta sıkça ve bol kullanılan simgeler olmaları da bence anlatıya renk ve çeşni katıyor.
Çıracıoğlu bu novellasında da sözcük dağarcığını zenginleştirmeye gösterdiği özeni anlatı çerçevesinde sürdürüyor.
Kitabın arkasında yer alan kırk sekiz sözcüklük lügatçe içerisinde yer alanlardan birkaç tanesi şöyle: Çantı, hartama, Hoyratdeniz, kabaret, kuşna, tutarga, tutaşka, yaldanak, zelepür.
Bir de lügatçede yer almayan ve bana kalırsa alması gereken en az yirmi sözcük daha saptadığmı eklemek isterim. İşte birkaçı: buğz, cibre, göynek, kebzeci, varyoz, yalkandak.
Sarıkasnak, novellasının Çıracoğlu’nun yazarlık serüveninde bir “halka” oluşturduğunu düşünüyorum. Anlatının sıra dışılığı, renkli ve metaforik özelliklerinin de okuyucunun belleğinde iz bırakacağı öngörüsünü taşıyorum.











------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Raşit Gökçeli, “Anın Sırad Köprüsünden” “Tüm Zamanların Kardeşliğine” , Vecdi Çıracıoğlu, Kara

Büyülü Uyku, Can Yayınları, 2000, 2. Basım. Nisan 2002.

(**) Raşit Gökçeli, “Cimri Kirpi Gibi Değilsin Kardeşim”, Vecdi Çıracıoğlu, Cimri Kirpi, Kırmızı Kitaplar, 2002.

(***) Raşit Gökçeli, “Öteki Ben’e Bakış”, Nehirler Denize Kavuştuğunda, Boğaza Dair Hikâyât, Vecdi

Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.

(****) Raşit Gökçeli, “Non Dolet” , Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları,

İstanbul, 2004 403 s.

Non Dolet

Non Dolet *

Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları, İstanbul, 2004 403 s.

Raşit Gökçeli
Ekim 2004


(*) Non dolet : “Paete non dolet !” Milattan sonra 42 yılında Roma senatörü Paetus imparator Claudius tarafından intihar etmeye zorlanır. Kendini öldürecek cesareti bir türlü bulamayan Paetus’un karısı Arria hançeri kaparak göğsüne saplar. Korkak eşine: “Paete acımıyor ki” diyerek hançeri ona uzatır. Ölümsüz, tanrısal bir söz olarak tarihe geçen bu hitap Arria kişiliğini tüm zamanların bir kült karakterine dönüştürür.


Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi” romanı ve “Nehirler Denize Kavuşur” öykü kitapları yayınlanmıştı. Çıracıoğlu’nun tüm kitapları şimdilerde İthaki Yayınları tarafından yayınlanıyor.

Roman 1960 İstanbul’unda yer alıyor. Türkiye birtakım olaylara gebe. Tarlabaşı’nda Bukowski’yi anımsatan “garip” ekolü içerisinde yer aldığını sanan, berbat şiirler yazan, Asaf Halet Çelebi hayranı marjinal bir şair, bir yığın psikolojik bunalım içerisinde kişiliğinin derinine sızmış iblislerle ayıboğan güreşi yapmakta.

“Aynada kendime baktım, yüzüm yoktu !

... Silik aynada bir karafatma, bir hamamböceğiydim. Bir süre öylesine, kendimi seyrederek kalakaldım.”

Kafka’yı çağrıştıran bir nevroz anlatısı ile karşı karşıya olduğumuzu daha romanın ilk başlarından kavrayabiliyoruz.

“Fareydim ... Belki de yaratıcının casusuydum bu hayatta...

....ben bir piranha mıyım? Hayatın neresinde duracağımı bilemediğim zamanlardan sonra bir piranha olmaya çalıştım ama olamadım...”

Anlatı, bilinç akışları ile harmanlanarak bunalım, okuyucuya derinlemesine sunuluyor.

....evet ötekilerin düşleri çok kötü kokuyor ama düşlerimi faka bastırarak korkutup çürütemeyecekler...”

“Henüz uzmanı olmadığım düşlerime yavaş yavaş ısındığım .. ağır kapıların ardındaki bir düşe ulaşabilmek için sürgüyü içeriden açmayı bilmediğim zamanlardı ..”

“Şiire başladığım yıllardı. Adımdaki “H” ve iki tane “T”den birini çıkarttım ve adım Faretin oldu...”

“Yazmanın sıfır noktası ve üretim rahminin bulunmayışı belki çok eski bir unutuştan, bir hatırlamayıştan kaynaklanıyor...”

“Bir hülyam var, nedenini kendimin de bilmediği; insanın itaatsizliğinin itaatsizlikle yok edildiği bir dünya yaratmaktan geçiyor. Tek arzum, önce bu coğrafyada, ardından dünyanın çeşitli yörelerinden Bilge Serserileri bir araya toplayarak günlük yaşamdan uzak, maddi dünya nimetlerini dışlayarak yeni bir yaşam yaratmanın temellerini atan Serseri Standartları Sempozyumu’nu hayata geçirmek.

Acı çeken insanlığın geleceği bana göre, “Serseri Standartları Sempozyumu’nda yatıyor.”

İşte sempozyuma sunulacak “1.no.lu manifesto”dan alıntılar :

“Dostlar,

Kısacası insanın onuruna duyduğum inanç onun dünya üzerindeki en büyük serseri olmasına dayanıyor... O, insan onuru ve bireysel özgürlüğün şampiyonudur, zaptedilecek en son insandır...

... hiçbir insan bilgenin bilgeliğinden, deliliğin bilgeliğine ilerlemedikçe ve ilk önce yaşamın trajedisi ve daha sonra komedisini hissederek gülen bir filozof haline gelmedikçe, onun bilge olabileceğini düşünmüyorum...”

İşte trajedi ögesine gelmiş bulunuyoruz. Kundera’nın Belleğin Tiyatrosu (Le Monde Diplomatique, mayıs 2003) adlı denemesinde belirttiği gibi modern dünyanın insanlığa verdiği en büyük ceza trajedi kavramının bizi terk etmiş olmasıdır.

Faretin’in bunalımlarının artması sonucunda kısa bir süre için psikyatrik tedavi görmesi amacıyla bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine (Büyü(k) Ev) kapatılır. Bir yolunu bulup oradan kaçmayı başarır ve yolu İstanbul’un 1960’lı yıllarda henüz doğal özellikleri kaybolmamış olan sakin bir Boğaziçi köyü olan Rumelihisar’a düşer.


Roman kahramanı (şair ya da Faretin) hem paranoyak aynı zamanda da parafrenik (muhayyelesinde tümden hayali olduğu kadar gerçek ögelerin de birarada bulunduğu bir dimağ) bir kişiliğe sahip.

Şairin (Faretin’in) paranoyak kişiliği onu bir “karşı ütopya” dünyası kurmaya yöneltiyor. Yaşadığı olayları marjinal bir dünya kurgusu çerçevesinde “sistematikleştirmeye” pek meraklı. Bunun için, “adabı muaşeret, bilge serseri becerileri, manifesto, serseri standartları sempozyumu, şeklinde bir ütopik dünyaya ait kurgular icat edip bunları “yazılı hale” getiriyor. Bir bakıma bir ütopik ve marjinal serseriler dünyasının retoriğini oluşturuyor. Kahramanımız Faretin’in kişiliğinin parafrenik özelliği ise onu, marjinal bir serseriler dünyasında, ancak gerçek dünya ile ilişkisini tam olarak koparmamış karakterlerin bulunduğu bir balıkçı köyündeki kişilikler ile de uyumlu bir birliktelik yaşatmayı başartıyor.

Faretin’in “Bilge Serserisi” aynı zamanda insanlığın en büyük buluşlarından biri olan ironiye de sahiptir.

“Bilge Serserinin sonu, hangi miti, nasıl ve şekilde oynarken olacak ? Bilge Serseri, çemberin dışına çıkarken, adımını çeperinin çizgisinin dışına attığında ve metaforuna uğradığında, yaratmaya çalıştığı iyi huylu başka bir dünya neşe içinde, dramdan komediye gülücüklerle merhaba diyen, kendinin şen neferi olacak....”

Faretin, balıkçı köyünde mutludur. Takıntılarından ve psikozlarından tamamen kurtulamamakla birlikte bir süreliğine de olsa göreceli bir dinginliğe kavuşmuştur.

“Mutluyum.

Denizden karaya, karadan denize baktığımda, dünyayı başka bir gözle görmeye başlamıştım.

İşte, şu karşıda Kandilli kıyısındaki küçük cami ve havada süzülen denizin yalnız çocuğu bir martı .. yeşilimsi maviyle birleşen bir kavanoz dibi parlaklığındaki billur gökyüzü..”

Anlatı bu noktadan sonra bir senfoninin allegrodan adagioya dönüşmüş ardıl bir bölümü gibi, dingin bir yapıya bürünüyor. Tornatore’nin Cinema Paradisio (Benim Sinemalarım) filmini andıran renkli ve pitoresk bir havaya bürünüyor. Değişik marjinal kişilikleri betimleyen epizodlar ile “Bilge Serseri” arketipine ait bildirge, manifesto, beceri ve adabı muaşeret bölümleri birbirini izliyor. Kahveci Tevekkel, Delibey, Akyüz Reis, Şıpırt Asım, Kulampara Fatin, Garip, Nakkaş, kah didişerek kah “şarabi ateşi” kafaya dikerek denizden çıkardıkları rızklarını diğer serserilerle paylaşarak günlerini gün ederler. Ta ki
Faretin “Ulu Manitu” tarafından çağrılana kadar.

Bakhtin’in diyalojik monolojik kavramları akla geldiğinde “Serseri Standartları” kahramanı “şair”, “manifesto”, “bildirge”, “adabı muaşeret kuralları” dizisi ile bir çeşit anti-söylem sunuyor roman içerisinde. Bu anti söylem “ romanın anlatı bölümünde dilin kullanışına da yansıyor. İstanbul Boğaz’ının Rumelihisar köyündeki balıkçı reis Akyüz, bilge serseri deli bey, balık ağı tamircisi merametçi Şıpırt Asım ve diğer marjinal kişilikleri kullandıklari dil itibariyle bir alt sınıfın ezikliği içerisinde değil bulundukları karmaşık sosyal dokunun interaksyonlarını ve sosyal değerlerini öne çıkaran bir lisan zenginliği sergiliyorlar.

Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu farklı ve marjinal yaşantıları, pek tanımadığımız, yabancısı olduğumuz dünyaları yansıtmanın bugünün temaşa dünyasında yine de kelimelerle, farklı bir dil ve üslup yaratarak mümkün olduğunu gösteriyor. Çıracıoğlu’nun romanı Ahmed Rasim ve Suad Derviş geleneğini sürdürerek İstanbul’a özgü bazı yaşantıları bu kez 1960’lı yılların İstanbul’unda yeniden değişik bir ortamda ve değişik karakterler yaratarak bizlere yansıtıyor.

Roman kahramanı Faretin’in ve onu pençesine almış bulunan nevrozun, kahramanın sahil köyü Rumelihisarı’nda ilişkiye geçtiği marjinal tiplerle uyum sağlayarak yerini bir çeşit süreli dinginliğe bırakması sadece geçici bir durumdur. Tüm dengelerin değiştiği, toplumsal depremlerin arifesindeki Türkiye’de sığınacak geçici bir liman bulan Faretin’in yazgısı, roman içerisinde ani ve sert bir kesintiye uğramakta. Dolayısıyla okuyucu birey bazında kahramanının kaderini, akıbetini hiçbir zaman bilemeyecektir.

Zaten yazarın bize vermek istediği mesaj da kişisel kurtuluşun olası olmadığı günümüz dünyasında modernite ötesine, küreselleşmeye rağmen, bireyi, özgür ve özgün bireyi, ezmeye tek tipleştirmeye çalışan egemen düzene rağmen her zaman marjinal da olsa alternatif bir dünyayı düşleyenlerin” düş kırıcı misyonerler”in ve “ordularının” varlığına inat var olmayı sürdürecekleridir. Üstelik bu var olma biçimi alternatif bir kültür oluşturacaktır. Tıpkı “Faretin”in parafrenik ve şizofrenik bileşimlerden oluşan kişiliğinin yaratmaya çalıştığı “serseriler” kategorisi gibi. Roman bu mesajı salt manifestolar, bildirgeler ile değil, anlatıda serserilere özgü bir dil oluşturarak da yansıtmaktadır.

Çıracıoğlu’nun yarattığı “bilge serseri” üst kalıbı, kabul edilmiş değerlere ve kurallara karşı bir yaşam biçimi, alternatifi, oluşturanların kim olurlarsa olsunlar “bunun bedelini ödemek” zorunda olduklarının “bilincinde” olduklarını ve bu bedeli cesaretle yüklendiklerini anlatan bir kurgu.

“Bedelin” ödendiği gün ve saat geldiğinde ise akıbet ne denli feci olursa olsun tırsma, korkma, pişmanlık, vazgeçme, dönme, kaçma, kurtulma akla bile getirilmeyecektir. Heidegger’ci Nietche’ci kişilik, tinselliğinin gereğini son kertesine kadar üstlenecektir.

Tıpkı iki bin yıl önceki Arria örneğindeki gibi “non dolet” ; “acımıyor ki !” denilecektir vasat insanlardan oluşan seyirciler topluluğunu oluşturan topluma.

Troya’nın Otuz Asır Geçtikten Sonra Alınan İntikamı

KAPIDAKİ DÜŞMAN
Enemy at the Gates

Troya’nın Otuz Asır Geçtikten Sonra Alınan İntikamı Kalıcı mı ?

Raşit Gökçeli
(Mayıs 2001)


( Nisan 2001 - Almanya, İngiltere, İrlanda, ABD; UIP / 131 )
Yönetmen : Jean-Jacques Annaud
Senaryo : Jean-Jacques Annaud, Alain Godard
Görüntü Yönetmeni : Robert Fraise
Müzik : James Horner

Oyuncular :
Jude Law : Vassily Zaitzev
Ed Harris : Binbaşı König
Joseph Fiennes : Danilov
Rachel Weisz : Tania
Koulikov : Ron Perlman
Sacha : Gabriel Marshall Toms


1942 eylülünde Stalingrad (Volgograd) Nazi Almanyasının eline düşmek üzeredir. Eğer Almanlar Stalingrad’ı alabilirler ise bu Sovyetler Birliğinin sonu olacaktır. Belki de 2. Dünya Savaşının dönüm noktasını oluşturan Stalingrad Savaşı ikili bir yapıya sahiptir. Yirminci Asır’ın en gelişmiş, teçhizatlı ve mekanize Alman ordusu ile modern bir savaş görünümü vermekte ise de bir o kadar antik çağlara özgü şehir muhasarasıdır da bu savaş...

Volga nehrinin öteki kıyısında kalmış olan Stalingrad şehri, halkı ve tüm Sovyetler’den gelen gönüllülerle son ferdine kadar dayanmak zorundadır. Büyük “patron” Stalin’in emri kesindir. Tek bir adım geriye atılmayacak ve gerekirse orada ölünecektir. Kent bir yıkıntı halindedir. Almanlar’ın zaptedeceği bir şey kalmamıştır. Taş üstünde taş kalmamıştır. Ama öbür hakimi mutlak, yani Hitler, Rusya kışının öncü dehşetini yaşamaya başlayan Alman askerlerine kesin emir vermiştir: Kayıplar ne olursa olsun, Stalingrad Sovyet Ordusu’ndan temizlenecektir !

Ve dünyanın o zamana kadar gördüğü en korkunç konvansiyonel savaşta, her iki tarafın askerleri sinek gibi ölmektedir.

Özellikle Sovyetler’in durumu fecidir. Rusya’nın dört bir yanından gelen gönüllüler tıka basa takalara bindirilerek Volga nehrinin öte kıyısına ağır Alman bombardımanı altında sevkedilmektedir. İki kişiye bir tüfek ile beş kurşun verilebilmektedir. Zaiyat en az yüzde elli olacağı için tüfek ve kurşunlar sağ kalan tarafından kullanılacaktır. Korkup kaçanlar ya da denize atlayanlar siyasi subaylar tarafından vurulmaktadır.

Başarısız komutanlar likide edilmektedir. Stalin iş becerir bir parti yetkilisini tam yetkili komutan olarak atamıştır.

Bu yetkilinin adı Nikita Kruşçev’dir !

Ve bu can pazarında her nasılsa sağ salim karşı kıyıya ulaşan takviye kuvvetleri arasında yer alan genç bir siyasi komiser, inanılmaz bir nişancılık yeteneği olan ve Ural Dağları’ndan gelen bir genç avcı ile ortak bir macera yaşar. Olağanüstü nişancılık yeteneklerine sahip olan gencin elindeki tüfek ve beş kurşunla beş Alman’ı şaşmaz bir dakiklikle tek tek hakladığına tanık olmuştur.



Toplumsal imgelem yaratmak...

Kruşçev bir yeraltı sığınağında siyasi komiserlerle komutanları toplamıştır. Sormaktadır..
- “Bir çare düşünebilen var mı” ?
-“Kaçanları vuralım, beceriksiz komutanları kurşuna dizelim”...
-“Bütün bunları zaten yaptık”, der Kruşçev.
O sırada genç siyasi komiser (Danilov) söz alır.
-“İnsanlara ümit vermemiz gerekiyor” der.
Bu nasıl olacaktır ?
-“Örnek ve umut verici hareketler yaratarak ve insanların kendilerini özdeşleştirecekleri kahramanlar yaratarak” der komiser Danilov.
-“Bu tür bir örnek biliyor musun ?” diye sorar Kruşçev.
Danilov’un yanıtı,
-“Evet”tir.
Ve Ural’lı genç çobanı, yani Vasssily Zaitsev’i örnek kahraman adayı olarak önerir.
Bu öneriye Kruşçev’in aklı yatmıştır.

Ve Stalingrad muharebesinin keskin nişancılar bölüğü macerası böylelikle başlar.

Böylesi bir anlatım dilini bir filmde, hele hele Hollywood’vari bir süper prodüksyon formatı içerisinde sunabilmek önemli bir sinemacılık dehası işidir.

Jean-Jacques Annaud burada Malaparte’nin “Kaputt”undaki o yalın, keskin ve insanı yüzünde şaklayan bir kamçının yanıcı izi gibi çarpan o emsalsiz anlatım dilini yakalamıştır.

O Malaparte ki, hiç kimse onun kadar çarpıcı ve öz bir biçimde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatamamıştır. Ve röportajları ile Yirminci Yüzyıl’ın en önemli yazarları arasına girmiştir.

Malaparte’nin röportajları dönüşüm geçirerek, bir anlatım ögesi niteliğine bürünerek bir dil biçemi olarak Annaud’un sinema diliyle bütünleşmiştir.

Annaud herhangi bir rejisör değil. Daha önce Ateş ve Ayı filmlerinden hatırladığımız yönetmen çağdaş sinemanın en büyükleri arasındaki yerini şimdiden aldı.

“Tanrı’nın ayrıntılarda gizli olduğunu” bilen bir sinema ustası ile karşı karşıyayız. Ateş filminde ateşi keşfeden ilk insan topluluklarının macerası anlatılırken o filme mahsus olmak üzere ünlü dilbilimciye (Burgess ), özel bir dil sipariş etmişti! Tarih öncesi bir insan toplumunun konuşabileceği bir dil sırf o film için özel olarak tasarlanmıştı. Ve filmde bu suni dil konuşuluyordu !

İşte Annaud, Stalingrad Muhasarası’na böylesi bir sinema adamı titizliğiyle yaklaşıyor.

Filmin ana öyküsü ile tali öyküleri birbirlerini destekleyerek ve organik bir biçimde bütünleyerek gelişiyorlar.

İkincil karakterler öyküyü senaryoyu ve filmi zenginleştiriyorlar.

Zaitsev’i öldürmek üzere gönderilen prestijli Zossen Atıcılık Okulu’nun isim yapmış komutanı Binbaşı König’in, henüz Sovyetlerle Nazi Almanyası saldırmazlık paktı imzaladıkları dönemde, öğrencisi olmuş ve Zaitsev ile birlikte Sovyet’lerin Keskin Nişancılar Bölüğü’nde çarpışan bir Koulikov tiplemesi, Binbaşı König’i izlemek amacı ile kendisinden yararlanılan küçük kunduracı Sacha’nın dramı güçlü bir senaryonun zenginleştirici ögeleri olarak karşımıza çıkıyorlar.

Fakat filmin asıl önemi, ana öykünün bir üst dil ile bütünleşmesidir.

Konuyu açalım. Ve ana öyküye dönelim.

Keskin Nişancı Bölüğü, kısa zamanda savaşın kazanılması için Rus halkında bir ümit kapısı açar. Bölüğün as nişancısı olan Vassily Zaitsev bir kahraman olur. Parti gazetesinde resmi basılır. Stalin’den övgü alır. Tüm Rusya’dan mektuplar yağar kendisine. Danilov öyküyü siyasileştiren ve imal eden beyindir. Ve Almanlar, Zossen Atıcılık ve Nişancılık Okulu komutanı, şöhretli Binbaşı König’i, Zaitsev belasından kurtulmak için Stalingrad’a göndermek zorunda kalırlar.



Savaş, imge ister...

Bu noktadan sonra çarpışan iki zıt rejimin “simge - bayrak” adamları olur kahramanlarımız Zaitsev ve König.

Birer “Savaş İmge”sidirler. Her iki tarafın imgeleminde savaşın sembolleridirler.

Ural’lı çoban Zaitsev proleter Sovyetler’in, Prusya’lı asılzade König ise Naziler’in savaş makinelerini ikinci plana atan birer ulusal imge haline dönüşmüşlerdir.

İşte filmin hayli orijinal olan konusu bu entrika etrafında şekillenir.

Filmde alt dil ustaca kullanılmaktadır. Bir yandan süper prodüksyonlara özgü başarılı savaş sahneleri öte yandan pusuya yatmış keskin nişancıların tüfeğin dürbününden biribirlerinin en mahrem özel ayrıntılarını dikizledikleri o olağanüstü gerilimli sahneler...

Ural’lı çoban Zaitsev ile Prusyalı asılzade Binbaşı König iki ulusun iki ayrı rejimin ölüm kalım boğazlaşmasındaki savaş bayraklarına dönüşmüşlerdir. Bu anlatım alt anlatımlarla birlikte filmin alt dilini oluşturuyor.
Üst dil
Toptan savaşın ölüm kalım aşamasında her iki tarafın birer simgeye sarılarak kendilerine ait bir toplumsal simgesel evren (imajiner) yaratmaları ise filmin üst dilini oluşturuyor.

Burada bir kişisel anımı okuyucu ile paylaşmak istiyorum.

1962 yılıydı. Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, Arif Damar ve bir grup Mavi Yolcu’nun oluşturduğu bir Mavi Gezi’den İstanbul’a dönülüyordu. Çanakkale’den bir gemiye binilmiş İstanbul’a yol alınıyordu. Bir ara Melih Cevdet Anday topluluğa sordu:
-“Troyalılar’dan mı Akhalılar’dan mı yanasınız” ?
Herkes Troyalılar’dan (Anadolu’dan ?) yana olduğunu söylüyor idi ama öne sürülen nedenlerden hiçbiri Melih Cevdet Anday’ı tatmin etmemişti!

Belki de hiç kimse Troyalı’ların Akhalı’larla savaşının. tarihin kadim çağlarından bu yana gelerek bizim bugünkü toplumsal simgesel evrenimizi oluşturan unsurlardan biri olduğunu açıkça söyleyemediği için tatmin olmamıştı sayın Anday.

“Troya’da Ölüm Vardı” adlı yapıtında Anday’ın kullandığı at imajı acaba Türk toplumunun kollektif simgesel belleğinde yer alan at imgesinin, bir sanatçı sezgisi ve bilinciyle Troya Efsanesi’nin toplumsal simgesel evrenimizde aldığı yeri çağrıştıran bir öge olabilir mi ?

Hektor ile Akhilleus

Stalingrad Muhasarası’nın filmi “Kapıdaki Düşman” filmine dönecek olursak, Jean-Jacques Annaud’nun karşı karşıya gelen iki keskin nişancının kimliğinde, sadece Nazi rejimi ile Sovyet rejimi’ni simgeleyen bir alt dil kullanmadığı görülür. Annaud, aynı zamanda ve koşut olarak, bir teknolojik meydan savaşının kadim çağlardan gelen iki toplumsal simgesel evrenin çarpışması haline dönüştüğünü vurguluyor. Zaitsev ile König’in eksi otuz derecede Volga ırmağı kıyılarında birbirlerini kollamaları, Troya - Akha savaşındaki Hektor ile Akhilleus’un teke tek vuruşması efsanesine dönüşüveriyor bir üst dilde.

Ve bu kez otuz küsur asır sonra yenilen Hektor değil Akhilleus oluyor !?

ALT DİL’ e dönüş...

Ancak...

Ancak üst dilden alt dile geçtiğimizde, yani filmin entrikasına doğru yeryüzüne bir iniş yaptığımızda nevzuhur Hektor’un zaferinin pek de kalıcı olmadığını görüyoruz.

Zira, Sovyetler’in zaferi kurulacak olan yeni dünyanın başarılı olacağı anlamına gelmemektedir.

1942 yılı Nazizm’in yükselişinin dönüm noktası olmuştur ama, muzaffer olarak görünen Zaitsev’in tarafını da orta vadede yıkım beklemektedir. 1942 yılında Mayakovski çoktan intihar etmiştir. 1932 - 1936 yılları arasında Sovyetler’in kurucu kadroları başta Trotski olmak üzere tasfiye edilmişlerdir. Filmin kahramanlarından siyasi komiser Danilov savunduğu sistemin çıkmazlarını görerek ve bir umutsuzluk içinde terki hayat edecektir.

Danilov’un, Zaitsev’in König’i haklayabilmesi için kendini feda ettiği o sahnede Zaitsev’e anlattıkları unutulabilir mi ?

“Biz Sovyetler olarak eşit bir topum kurmayı hayal ettik. Komşuların birbirlerini kıskanmıyacakları bir toplum. Oysa her toplumda zenginler ve fakirler olacaktır. Yetenek zenginleri, yetenek fıkaraları, sevgi zenginleri, sevgi fıkaraları” !

Stalingrad savunmasının kahraman ve acımasız komutanı Kruşçev’i ise benzer bir son, üstelik sistemin tepesinde iken, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri iken, yirmi iki yıl sonra 1964’te beklemektedir! Ve 1991 yılında, “inandığım ve uğruna çarpıştığım her şey çöktü” diyerek intihar eden Mareşal Akromeyev kim bilir o sırada nerededir? Hangi muzaffer birliğin başında Almanlar’ı kovalamaktadır ?


Sonuç olarak...

Sonuç olarak , güçlü bir senaryo, sinematografik olanakları ve teknikleri kusursuz olarak kullanan ve fakat bir süper prodüksyonun sathiliğine düşmeyen, entrikanın ve alt entrikaların mükemmel bir biçimde birbirlerine eklemlendiği bir film çalışması ile karşı karşıyayız. Ancak filme bir sinema klasiği çapı veren unsur ise kullanılan temanın aynı zamanda bir üst dile sıçrama kapasitesidir. Kadim savaşlar ile bugünün modern savaşlarının son tahlilde toplumsal imgelemde benzer kategorileri ifade ettiklerini vurgulayan mesajı ile “Kapıdaki Düşman” filmi uzun zaman belleklerimizden çıkmayacaktır.

Mimarın Görevi Rant Yaratmaktır

Mimarın Görevi Rant Yaratmaktır

Plancı Mimarın Ranta Karşı Çıkması
Mühendisin Yerçekimini Yadsıması Kadar Bilim Dışı Bir Tutumdur
ve
Marmara Deprem Bölgesi için bazı Çözüm Önerileri

Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, mimar
(Ocak 2000)



Ülkemizde Mimarlık mesleğinin bir kriz içinde olduğu görülüyor. Son Bolu - Düzce depreminde 80.000 nüfusluk iki kentin neredeyse tüm yapıları kullanılamaz duruma düştü. 1968’lerde bu kentlerin herbirinin nüfusu 20.000 civarındaydı. Demek oluyor ki her iki kentin son otuz yıldaki nüfus artışı 60.000’er oldu. Bu ek nüfusun barındığı yapılar, eğitim yapıları, ticari yapılar, resmi yapılar topyekun kullanılamaz hale geldi. Yalnızca Bolu’dan 35.000 kişi göç etti.

Şimdi sormak gerekiyor ! Tüm bu yapılar ülkemizin üniversitelerinden mezun olmuş mühendis ve mimarlar tarafından projelendirilmedi mi ? Tüm bu yapılar Belediyelerimizden ruhsat almadı mı ? Mühendis ve Mimar Odaları yapılan bu projeleri vize edip bir bakıma teknik onay vermedi mi ?

1992-1996 döneminde yürürlükte olan yapı üretim sistemimiz sorgulandığında, Odalarımızın ve Belediyelerimizin yapı üretimindeki teknik ve hukuki rolleri eleştirildiğinde, bir an önce meslek sorumluluğu sigortası ve yapı sigortası sistemlerine geçilmesi gerektiği işaret edildiğinde, kulaklarını söz konusu önerilere tıkayıp, yapı üretimindeki modernleşmeyi, yapı sektöründeki modernleşmeyi es geçip, vurguyu yalnızca koruma sorunlarına veren Meslek Odaları’nın özellikle Mimarlar Odası’nın Mimarlık mesleğinin bugün içine düştüğü “teknik özürlülük” konumunda payları yok mu ?

Korkulur ki Mimarlar Odası’nın Yönetimi söz konusu hatalarını bir an önce düzeltmesi gerekirken yine aynı hatalı ve bilim dışı yolda yürümeye devam etmektedir.

“Rant Demokrasisinin Çökmekte” olduğunu iddia etmektedir. Oysa Mimarlık alanında, yapı sektörü alanında oluşagelen ve ülkemizde de artık egemenliğini hissettirmeye başlayan sermayeleşme ve teknik gelişme çizgilerinin dışında ideolojik dogmalar peşinde bilim dışı tutumunu sürdürmeyi yeğlemektedir.

Ülkemizde “Rant Demokrasisi Çökerken” Gayrımenkul Yatırım Ortaklıkları’nın dolar bazındaki kapitalizasyonları son birkaç ay içerisinde iki ya da üçe katlandı ! Yeni Gayrımenkul Yatırım ortaklıkları kurulma safhasına geçildi. Uzun erimde “mortgage” sistemi ile konut edinme sistemlerine ya geçildi ya da Yapı Endüstrisi söz konusu sistemlere geçiş yönünde hazırlıkları hızlandırdı. Zorunlu Yapı Sigortası hükümet tarafından -çok yerinde bir kararla, ve yasa çıkartılarak- mecburi kılındı. Neredeyse her büyük inşaat şirketi yeni inşaat teknolojileri ithal etti, know-how’lar ile ilgili yatırımlarını yaptı. Uluslarası ihalelerde Almanya gibi gelişmiş ülkeleri geçerek Rusya Federasyonu’nda önemli ihaleler alındı, prestij binaları Moskova’nın ortasında Türk inşaat firmaları tarafından ihaleleri kazanılarak inşa edildi. Yapı sektörünün yan kolları gelişti, her nevi inşaat malzemesi ülke içinde imal edilir ya da ithal edilir oldu.

Tüm bu gelişmeler sürerken kentleşme ve yapılaşma alanında süregelen sorunlar ile ilgili olarak Odalarımızdan, “bizlere yetki verin” isteminden öteye geçen, somut çözüm önerileri geliştiren bir katkının topluma sunulamadığını müşahede etmekteyiz.

Örneğin son derece kötü kalitede bir yapılaşmanın mevcut olduğu ve muhtemel bir deprem afetinde zarar görecek kentlerimizle ilgili mesleki alanda somut öneriler de üretilememektedir.

Oysa mühendisin ve mimarın toplumsal görevlerinden en önemlisinin “rant üretmek”, olduğu iktisadi gerçeği es geçilirse önerilecek tedbirler mesleki özellik kazanamaz, oysa oysa İçişleri Bakanlığından kaynaklanan belki yararlı fakat doğrudan inşaat mesleği ile ilgili olmayan öneriler demeti içerisinde hapsolunur kalınır. “Olağanüstü Hal İlanı” gibi inşaat ve mimarlık ile ilgisi bulunmayan öneriler, bizzat Meslek Odası Başkanları tarafından önerilir. Oysa bu öneriler pekala mülkiye formasyonlu bir bürokrat tarafından da geliştirilebilir. Mimarlık ve planlama disiplini almış olan teknisyenlerden beklenen mesleğe daha yatkın ve özgün çözüm önerileri sunmak olmalıdır.

Nitekim Marmara Depremi alanında kalan yerleşimler için yapılacak önerilerden biri, mevcut hasarlı ya da sorunlu yapı stokunun yenilenmesi sonucunu doğurabilecek kent planlaması yöntemleri geliştirmek olmalıdır.


Yoğunluk Artışı Önerisi

Bunlardan biri ilk bakışta ters gelebilecek olan yoğunluk artışı önerisidir. Bu öneri rant kavramı özümsenmedikçe kolayca benimsenemez. Mevcut yapı stoku hasarlı ya da tamir edilemeyecek kadar sorunlu olduğundan ve çoğu kez yapı sahipleri ya da kullananlar gerekli maddi olanaklara haiz olmadıklarından gerekli tedbirler alınamamaktadır. Oysa yoğunluk artışı beraberinde yeni rant olanakları sağlayacağından, özürlü yapı stoku kolayca yıkılıp yenilenebilecektir.

Kentsel İşlevlerde Değişiklik Önerisi

İkinci bir yaklaşım kent planındaki bazı bölgelerde ya da ada bazında işlevsel plan değişikliklerine gidilmesi olabilir. Kent merkezine yakın olan ya da kent içerisinde değer kazanan bir bölgede bulunan konut ya da imalathane gibi yapıların bulunduğu alanlara daha fazla rant getirecek yeni işlevlerin plan değişiklikleriyle getirilmesi durumunda da hasarlı yapı stoku yenilenebilir ve rant değerleri yükseleceğinden toplumun elde edeceği vergiler de artacaktır. (Örneğin eskimiş ve hasarlı bir konut bölgesinde otopark, eğitim, sağlık v.b işlevler getirilmesi.)

Sonuç Olarak

Sonuç olarak, insanın yaşam çevresini oluşturan yapılı ortamın, mimar ve kent plancıları tarafından oluşturulmasında dikkat edilecek olan husus, toplumsal yararı optimize etmek olacak ise, kapitalist bir sistemde söz konusu hedefin rantı arttırmadan gerçekleştirilemeyeceği açıktır.

Bu nedenle rant ile kavga eden bir plancı, eğer toplumsal sistemde köktenci değişiklikler önermiyor ise, yapılı çevre üretiminde rant ile kavga edeceği yerde tam tersine, yapılı çevrenin rantını artıran çözümler üretmek zorundadır.

Mimarlar Odası’nın Ellinci Yılında Değişim Dinamikleri

Mimarlar Odası’nın Ellinci Yılında Değişim Dinamikleri

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi

23 – 24 -25 Aralık 2005

saat 14.00 – 17.00

Kızılay - Ankara

Öneri : (Raşit Gökçeli – 16.11.2005)


Mimarlar Odası’nın ellinci yılı ülkenin küreselleşme ve Avrupa Birliği adaylığı sürecinden kaynaklanan köklü bir değişim konjontürüne denk düşmektedir.

Bu değişim ülkeyi, toplumu, mesleğimizi derinden ilgilendirmektedir.

Elli yıllık bir toplumsal muhalefet geleneğine sahip, mesleki alanda sayısız başarıla imza atmış olan Mimarlar Odası, inşaat sektörünü, mesleği, mimarları doğrudan etkileyecek olan bu sürece etkin olarak müdahale etme görevi ile karşı karşıyadır.

Avrupa Birliği sürecindeki Türkiye’nin uymak durumunda kalacağı müktesebat, GATS (Hizmetler ve Tarifeler ile ilgili Genel Antlaşması’nın) getirdiği yükümlülükler, ve nihayet ülkemizin hukuki yapısının baştan ayağa yenilenmesi köklü bir değişim süreci geçirmekte olduğumuzun göstergeleridir.

"Büyükşehir Belediye Kanunu", "Belediye Kanunu" ve "Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu" ile hukukumuza giren Stratejik Plan, ülkemizin planlama iklimini değiştirecek kararlar getiriyor. Yakında yürürlüğe girecek "İl Özel İdaresi Kanunu" ile birlikte; nüfusu 50 000'in altında olan belediyeler dışında tam kamu kurumları stratejik plan yapmakla yükümlü. Uygulama başarılı olursa ülkemizde önemli dönüşümler yaşanacaktır. Kamu İhale Yasası, İmar Yasası, ve mesleğimizi doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren daha bir çok temel yasa değişim arifesindedir.

İFK (İpotekli Finans Kurumu) ile uzun vadeli borçlanarak konut edinme sistemi, mali ve bankacılık sistemimize girmek üzeredir. Bunun anlamı gayrımenkul değerlerin menkul değerlere dönüştürülmesi sistematiğinin ve tekniğinin ülkemizde yerleştirilmesidir.

Söz konusu değişim yapı üretim süreçlerini ve bu süreç içerisinde yer alan nitelikli teknik işgücünün işlevlerini de dönüştürecektir. Şimdiden hazırlanan yasalar ve taslaklarda yapı denetimi, meslek sorumluluğu sigortası hukuk sistemimizde yerlerini almış ya da almak üzeredir.

Böylesi bir ortamda Meslek Kuruluşlarının işlevlerinde önemli değişikliklerin gündeme oturması kaçınılmazdır.

Nitekim Mimarlar Odasında da bu değişimi görebiliriz. İletişim ağları tüm kurumu ve üyeleri de kapsayacak biçimde geliştirilmiştir. Meslek Odalarının kurumsal niteliği batılı örneklerinde olduğu gibi gelişmekte, üyeleri de kapsayacak şekilde işlevselleşmektedir. On dört yıl önce oluşturulan Mesleki Bilimsel Çalışma Komiteleri (MBÇK), yeni kabul edilen yönetmelik ile Oda Yardımcı Organı statüsü kazanmaktadır. Ayrıca Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi (SMGM) ile ilgili yönetmelik yürürlüğe girerek meslek mensuplarının sürekli eğitim görebilmeleri için gerekli ortam oluşturulma aşamasına girmiş bulunmaktadır.

Mimarlık mesleğinin nasıl uygulanacağı, eğitiminin nasıl verileceği, nitelikli bir emek olan mimarlığın inşaat sektörü içerisindeki yeri gündeme gelen bir dizi yasal transformasyon sonucunda baştan aşağı yeniden tartışılmaktadır.
Avrupa Parlamento ve Konseyi’nin mesleki kalifikasyonların tanınmasına dair 7 Eylül 2005 tarihli direktifi (2005/ 36 / EC) 1985 direktifi ile esaslı farklılıklar taşımamasına karşın, Türkiye mesleki eğitimde, meslek ile ilgili yasalarında yapısal bazı dönüşümleri bir an önce ve yeterince konunun sektör ile ilişkin reperküsyonlarını tartmadan uygulamaya zorlanmaktadır.

Konu Mimarlar Odası bünyesinde tüm örgütün katılımı ile henüz tartışılmamış değerlendirilmemiştir.

Oysa Mimarlar Odası örgütü zengin bir deneyime nitelikli bir “örgütsel kültüre” sahip kadrolardan oluşmaktadır.

Mimarlar Odası değişime ilişkin tüm vektörleri tartışabilecek, değerlendirebilecek bilgi ve deneyim birikimine maliktir.

Mimarlar Odası örgütü, sektör ile ilgili yapılanma tamamlanmadan, “Mimalık Yasası”, Planlama ve İmar Yasası”, ve sektörün yapılanmasını doğrudan iligilendiren, “Konut Finansmanı Yasası” tartışılmadan bu temel yasalar ile ilgili bağlantıları oluşturulmayan soyut bir “Mimarlık Meslek Yasası”nın oluşturulamayacağını bu çabaların muallakta kalacağını bilen “yetkin ve uzman” kadrolara sahiptir.

Mimarlar Odası Örgütü, Sürekli Mesleki Gelişim Yönetmeliği’ni Hayata geçirmiş, Mesleki Bilimsel Çalışma Komiteleri’ni 14 yıldır kurmuş, bunları 2004 kasım ayında yapılan Olağanüsü Genel Kurulu’nda “Yardımcı Organ” statüsüne kavuşturarak önümüzdeki dönemin çetin yapısal sorunlarını örgütlü ve bilimsel yaklaşımlarla aşmak yönünde gerekli hukuki ve altyapısal adımları atmıştır.

Mimarlar Odası’nda şu an için eksik olan tüm bu çabaların etkin ve koordineli bir biçimde yürütülmesidir.

Bu nedenle 50 yıllık tarihinde olduğu gibi örgütün tüm potansiyelini eksiksiz olarak kullanabilen, TMMOB ile, diğer meslek örgütleri ile, toplumun ileriye dönük üretici güçleri ile, sivil toplumun örgütlü kesimleri ile, biraraya gelerek güçbirliği oluşturarak halkın yararına bir mimarlık’ın koşullarını ülke genelinde geçerli kılmaktır.

Mimarlar Odası Örgütü önümüzdeki günlerde bu amaçla tarihinin en kritik kararlarını almak durumunda kalacaktır.
Bu nedenle 50. yılını bazı etkinliklerle kutlamakta olan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin “ Mimarlar Odası’nın Ellinci Yılında Değişim Dinamikleri” başlığı altında bir panel etkinliği düzenlemeyi kararlaştırmıştır.
Etkinliğin Programı:

Mimarlığın Ellinci Yılında Değişim Dinamikleri

Sunuş
ve
Gayrımenkule Dayalı Aletler MBÇK’sı
Kurulması için Öneri (?) : Raşit Gökçeli

Tarihsel gelişim : Yücel Gürsel

Bilimsel Örgütlenme
Ve
MBÇK Örneği İstanbul EKA / MBÇK Kubilay Önal Metin Karadağ

Mimarlık Yasası
Ve
Temel Yapı Politikaları : Aykut Ülkütekin


GATS AB Müktesebatı
ve Mimarlık : Şirin Gülce Eren

Gayrımenkul Değerlerin Menkul Değerlere Dönüştürülmesi



Kentlerimizde Çevresel Sorunlara Çözüm Ararken…

Gayrımenkule Dayalı Enstrümanlar


Gayrımenkul Değerlerin Menkul Değerlere Dönüştürülmesi
ve
İkincil Piyasaların Çevreyi Koruma Amaçlı Vergilendirilmesi için Bir Model Önerisi

Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, mimar

haziran 2005


Giriş

Dünya’da

Değişen bir dünya’da maddi ve manevi nirengi noktaları ortadan kalkmaktadır. Aydınlanma ve modernleşmenin dünyası boşlukta. Bildiğimiz felsefi, sosyolojik, ekonomik paradigmalar terk edilmekte. Kendimizi ve sosyal ilintilerimizi yitirmenin eşiğinde bulunuyoruz. Ulus, parti, sınıf, iş organizasyonu, mesleki beceri gibi kategoriler yok olmaya yüz tutuyor. Finansal sermayenin küresel imparatorluğu, neocon düşünce mihrakları, yeni küresel imparatorluğun Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, İMF, gibi kuruluşları, Yeni ekonomik ve ticari bölgeler, GATS, TRIPS gibi merkez ve çevre ülkelerinin nerede ise tümünü bağlayan antlaşmalar, deregülasyon (kuralsızlaşma) / (kuralsızlaşmanın kurallaşması) uygulamaları insanlığı şimdiye kadar karşı karşıya kalmadığı bir düzenin cenderesi içerisine almakta.

Bu düzen yalnızca ekonomik ve sosyal kuralları koymakla yetinmemekte. İnsanın kendisini de dönüştürerek “yeni bir insan tipi”, yaratmayı amaçlamakta. Dayanışma, sosyal eşitlik, fırsat eşitliği kültür, kültürel ve çevresel miras gibi değerler yok sayılmakta. Bireyci rekabetçi atomize parçacıklardan oluşan sosyal boyutu sıfıra, tüketici boyutu sonsuza teğet androidler’den oluşan bir toplumun temelleri atılmakta.

Küreselleşen dünyamızda merkez ya da çevrede olmanız da söz konusu değişmeden nasibinizi almayı engellememekte. Elbette merkez ülkeleri – çevre ülkeleri; kuzey – güney ikilemi süregelmekle birlikte merkezde bir fakir ya da çevrede globalleşmenin bir ajanı olarak bir varlıklı olmanız söz konusu. Dahası Çevre’de olup da ulus devletten çok finans imparatorluğuna bağlı bir metropol kent tanımlamak, böylesi bir kavramı tasavvur etmek olası.

Çevre ve Kent bu değişmenin neresinde ?

Dünyamızı oluşturan yüz milyonlarca yıl oluşturan jeolojik ekolojik çevresel dengeler son iki yüz yıl içerisinde inanılmaz bir hızla bozuldu. Dünyamız, finans imparatorluğu’nun akıl almaz bencil ve ufuk yoksunu politikaları yüzünden ekolojik bir felaketin eşiğinde. Biyosferin tahribi, küresel ısınma, canlı varlık çeşitliliğinin tehlikeye düşmesi, ormanların, kullanılabilir su kaynaklarının kirlenmesi ve yok edilmesi, GDO’ların gelişigüzel kullanılması, enerji kaynaklarının tüketilmesi, dönüşebilir enerji kaynaklarına çok uluslu şirketlerin kısa vadeli çıkarları uğruna yeterince süratle geçilmemesi insanlığın geleceğini tehlikeye atmış durumda.

İnsanlığın yerleşim alanları da bu dönüşümden nasibini almış durumda. Geleneksel insan yerleşimleri son iki yüzyılda kırsal olmaktan çıkarak kentsel olmaya başladı. Ayrıca kırsal alanlar da geleneksel tarımdan “agro industrial” ziraat işletmelerine geçiş süreci içerisinde farklılaştı.

Sonuç olarak insan yerleşimleri ister kentsel ister kırsal olsun çevresel sakıncalar içeren sistemlere dönüştü. İnsanlar enerji tüketimini maksimize eden mal, hizmet, sermaye akımlarını en üst düzeye çıkarmayı amaçlar iken çevresel ve ekolojik kısıtları göz ardı etti. Elimizde tahrip edilmiş yaşam çevreleri, ıslah edilmeye, yenilenmeye ve belki de yeni baştan kurulmaya inşa edilmeye muhtaç insan yerleşimleri kaldı.
Önümüzdeki yüzyılın en önemli sorunu bir yandan 10 milyara varacak ve o noktada bir doyum noktasına varacağı umulan insan nüfusunu doyurmak, barındırmak, iş bulmak bir yandan bu amaçları sağlayabilecek enerji, kent, ve ekonomik planları oluşturabilecek siyasi ve sosyal sistemleri kurabilmek olacaktır.

Öte yandan küreselleşen dünyada sermayenin ve çok uluslu şirketlerin oluşturduğu sistem, getirdiği sömürü düzeni dolayısı ile dünya çapında eleştirilere uğramaktadır.

Davos’ta toplanan “Dünya Ekonomik Forumu” küreselleşen sermayenin sorunlarını tartışır iken alternatif bir muhalefet odağı “Dünya Sosyal Forumu”, “gezegenimiz satılık bir ticari mal değildir” ve “başka bir dünya mümkündür” sloganları altında Sao Paulo’da toplanmıştır.

Fikirsel öncülüğü Yurttaşların Desteklenmesi İçin Finansal sermayenin vergilendirilmesi (ATTAC) grubu tarafından yapılan bu hareket kısa zamanda dünya ölçüsünde bir muhalefeti kapsayan ve çok değişik alanları içeren bir fikir tankı niteliğini almıştır.

Alternatif Dünya hareketinin mesleğimizi ilgilendiren önemli temalarından biri küresel iklim değişikliği ve su ile enerji kaynaklarının tükenmesi ile ilgili olanlarıdır.

Enerji ve su tüketimini yirminci yüzyıldan çok farklı bir biçimde tasarlamak zorunda olacak olan bir dünya düzeni kapıdadır. Pahalı su ve enerji kaynaklarını kısıtlı olarak kullanmak zorunda kalacak olan ekonomilerin yapacakları tercihler yapı üretiminde ve kentlerin makro formlarında gerçekleşecek dönüşümlerin habercisidir.



Türkiye’de Tehditler - Fırsatlar

Türkiye 2005 yılına tümden değişen bir dünya içerisinde giriyor. Türkiye’nin nüfusunun 100 milyon noktasında doyuma ulaşacağı ve o esnada da kentleşme oranının en az yüzde 80-85 dolaylarında olacağı varsayılabilir. Bu değişim ülkemizde de sosyal formasyonu, kenti, planlama disiplinlerini ve mesleğimizin içinde yer aldığı yapı sektörünü hızla yeniden yapılandırmaktadır.

Ülkemizdeki kentleşme ve gelişmişlik seviyesi hem şansımızı hem şanssızlığımızı oluşturuyor. Milli gelirimizin düşük olması kentlerimizin genellikle imar düzeninin dışında şekillenmiş olmaları (örneğin İstanbul’un %60’ına yakın bir bölümü kaçak yapılaşmanın ürünüdür.) bunca yatırımın ve servetin boş çaba olduğu, kentlerimizin nerede ise baştan başa yeniden oluşturulması gerektiğini ortaya koymakta.

Ancak aynı durum bir olanağa da kapı açmakta. Kısıtlı olanaklarla imarsız ve kalitesiz oluşan kentlerimiz bir yenilenmeye de tam bu durumlarından ötürü adaylar.

Kalitesiz altyapı, sağlıksız çevre koşulları, deprem riski, imar dışı yapılaşma kentlerimizi aynı zamanda bir yenilenmenin de adayı ve taliplisi haline dönüştürüyor!

Bu yenilenme kuşkusuz Türkiye’nin ister AB’ye girsin ister girmesin geçirmekte zorunda olduğu değişimler ile ilgilidir.

Kuşkusuz AB tasavvuru kapitalizmin bir küreselleşme projesidir. Türkiye bu projeye kapitalizmin üretim fazlasını tüketmeye aday bir tüketici rezervuarı mantığı içerisinde ve vahşi kapitalizmin deregülasyon işlemlerine tabi tutularak dahil edilecektir.

Yasalaşması gerçekleştirilemeyen “Kamu Yönetimi Temel Kanunu”, Tasarlanan “Çevre ve Bölge Kalkınma Ajansları”,”Gelir İdaresi Başkanlığı”, Mahalli İdareler ile ilgili düzenlemeler, “Planlama ve İmar Yasası”, Kamu İhale Kanunu ve daha birçok yasada gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi düşünülen değişiklikler hep birbirine bağlı olup kamu alanını ve merkezi devleti daraltan bir bakış açısına sahiptir.

Avrupa Birliği sürecindeki Türkiye’nin uymak durumunda kalacağı müktesebat, GATS (Hizmetler ve Tarifeler ile ilgili Genel Antlaşması’nın) getirdiği yükümlülükler, ve nihayet ülkemizin hukuki yapısının baştan ayağa yenilenmesi bu doğrultuda köklü bir değişim süreci geçirmekte olduğumuzun göstergeleridir.

"Büyükşehir Belediye Kanunu", "Belediye Kanunu" ve "Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu" ile hukukumuza giren Stratejik Plan, ülkemizin planlama iklimini değiştirecek kararlar getiriyor. Yakında yürürlüğe girecek "İl Özel İdaresi Kanunu" ile birlikte; nüfusu 50 000'in altında olan belediyeler dışında tüm kamu kurumları stratejik plan yapmakla yükümlü. Uygulama başarılı olursa ülkemizde önemli dönüşümler yaşanacaktır. (bkz. http://www.stratejikplan.net/ ) Kamu İhale Yasası, İmar Yasası, ve mesleğimizi doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren daha bir çok temel yasa değişim arifesindedir.

İFK (İpotekli Finans Kurumu) ile uzun vadeli borçlanarak konut edinme sistemi, mali ve bankacılık sistemimize girmek üzeredir. Bunun anlamı gayrımenkul değerlerin menkul değerlere dönüştürülmesi sistematiğinin ve tekniğinin ülkemizde yerleştirilmesidir.

Sonuç olarak kentlerimiz adeta yeniden üretilmek durumu ile karşı karşıyadırlar.

Devasa kaynakların seferber edilmesini gerektiren söz konusu yeni kentsel yapılanma, finansal kaynakların harekete geçirilmesini aynı zamanda bunlar yapılır iken çevresel faktörlerin dikkate alınmasını gerektirecektir.

Gayrımenkule Dayalı Enstrümanlar ve Kentleşme

DİE 2000 bina sayımına göre ülkemizde yaklaşık 16 milyon dolayında konut 8 milyon dolayında bina mevcuttur. Yine bu yapıların dörtte üçünü konutların oluşturduklarını bilmekteyiz. Özellikle kentsel bölgelerde yer alan yapıların önemli bir kısmı son 20 – 30 yıl içerisinde inşa edilmiş olmalarına karşın ilk fırsatta yapı stokunun çok önemli bir bölümünün değiştirilmesi gerektiği açıktır. Kişi başına milli gelirimiz 10.000 $’a çıktığı anda konut sahibi olanların en az yüzde ellisinin yeni konut edinmek üzere harekete geçeceklerini varsaymak olasıdır. Bunun yanı sıra VII. Ve VIII. beş yıllık plan dönemlerinde varsayılan konut talebinin ancak yarısının piyasa tarafından karşılanabildiği bilinmektedir.

Bu talebi karşılamakta finansal kaynaklarımızın yetersizliği bir yana ikincil konut trajedisini de yaşamış bulunmaktayız. 1980’li yılların sonuna kadar finansal enstrümanların gelişmemiş olması 1980’lerden sonra sık sık gündeme gelen ekonomik kriz ortamları tasarruf eğiliminin finansal enstrümanlardan çok gayrımenkule yönelmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle ülkemizde tatil yörelerinde oluşan ve yılda 20 gün civarında kullanılan hatırı sayılır bir konut stoku oluşmuş bulunmaktadır. Bu konuda DİE’de yeterli istatistik bulunmamakla birlikte gerek tatil yörelerindeki kış ve yaz nüfusu arasındaki farklılık gerekse bazı bölgelere ilişkin özel verilerden bu yörelerdeki konutların üçte ikisine yakın bir bölümünün kapasite altı kullanımda oldukları rahatlıkla ifade etmek olasıdır.

Gayrımenkule Dayalı Enstrümanların Muhtemel Talep Kaynakları ve Alanları

Gayrımenkule dayalı enstrümanlar her türlü yapı için gerekeceği gibi ister mevcut kent bölgelerinde yenilenme ve fonksiyon değişikleri dolayısıyla, ister yeni oluşacak kent bölgelerinde işlev göreceklerdir.

“Konut Finansman Sistemine İlişkin Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Taslağı” genel gerekçesi içinde : “Ülkemizde mevcut konut stokunun yarısından fazlası ruhsatsız konutlardan oluşmaktadır. Süregelen iç göçler sonucunda büyük şehirlerde kaçak yapılaşma ve plansız kentleşme önemli bir sorun haline gelmiştir. Konutların çoğunluğunun kaçak olmasının yanı sıra yaklaşık yüzde kırkının tadilat ve tamire ihtiyacı bulunmaktadır. Özellikle deprem tehlikesinin getirdiği riskler dikkate alındığında, zayıf durumdaki konutların güçlendirilmesi önemli bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan kişilerin konut sahibi olabilmeleri için kullandıkları finansman kaynakları incelendiğinde, ülkemizde toplam konutların ancak yüzde üçünün kurumsal finansman yöntemleri ile finanse edildiği, bunun dışında konut sahibi olmak isteyen kişilerin ya kendi kaynaklarıyla ya da yakınlardan ödünç almak gibi kurumsal olmayan finansman yöntemleriyle konut alımlarını finanse ettikleri görülmektedir. Ülkemizde bankaların kullandırdıkları konut kredilerinin gayri safi milli hasılamıza oranı sıfıra yakınken, bu oran Latin Amerika ülkelerinde yüzde dört ila yüzde on iki, Orta Doğu ülkelerinde yüzde bir ila yüzde yirmi iki ve Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde yüzde iki ila yüzde elli dokuz arasında değişmekte olup, Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde elli üç, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ortalamasında ise yüzde otuz dokuzdur.” denmektedir.

Aynı Gerekçede : “Öte yandan gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında, konut kredisi kullanan kişilere, mevcut durumda ulaşabildiklerinden daha düşük faiz oranları ile ve daha uzun vadelerde kaynak sağlayabilecek tasarruf sahipleri mevcuttur. Tüm dünyada her yıl yaklaşık olarak beş trilyon dolarlık bir kaynak, sermaye piyasaları aracılığıyla konut sahibi olmak isteyen kişilere aktarılmaktadır.

Ülkemizde oluşturulacak konut finansman sistemi finansmanı alacaklarının menkul kıymetleştirilmesini sağlayacak sermaye piyasası kurumlarının ve araçlarının bulunması, tüketiciye kaynak sağlanmasından ilgili alacakların menkul kıymetleştirilmesine kadar olan süreçteki işlem maliyetlerinin düşürülmesi ve sistemin vergisel olarak desteklenmesi gibi ön koşulların yerine getirilmesine bağlıdır.

Bu Kanun ile kurumsal bir konut finansman sistemi oluşturulması ve sistemin başarılı olabilmesi açısından gerekli ön koşulların yerine getirilebilmesi amacıyla, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu, 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, 4389 sayılı Bankalar Kanunu, 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ve çeşitli vergi kanunlarında değişiklikler yapılmaktadır.” denmektedir.

Türkiye’de ve dünyada İFK (İpotek Finansmanı Kuruluşu) kredilerinin GSYİH içindeki paylarına göz atacak olursak : Uzun vadeli konut kredilerinin GSYİH içindeki payı Türkiye’de halen %0,5 gibi düşük bir seviyededir.Aynı oranın ABD’de %53, AB’de %39 ve diğer gelişmekte olan ülkelerde ortalama %5-15 aralığında olduklarını görmekteyiz.
“Konut Finansman Sistemine İlişkin Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin KanunTaslağı”nda İpotek Finansmanı Kuruluşları şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Bu kanunla Sermaye Piyasası Kanununda ipotek finansmanı kuruluşları sermaye piyasası kurumu olarak tanımlanmış, faaliyet konuları sayılmış ve bu kuruluşlarla ilgili olarak Sermaye Piyasası Kuruluna detaylı düzenlemeler yapma yetkisi verilmiştir. İpotek finansmanı kuruluşları ve konut finansmanı kuruluşları, konut finansmanından kaynaklanan alacaklara dayalı sermaye piyasası araçlarını yatırımcılara arz edebilecektir. Bu amaçla taslakta, ipotekle teminat altına alınmış alacaklara dayalı olarak ihraç edilecek tüm sermaye piyasası araçları ipotekli sermaye piyasası araçları olarak adlandırılmıştır. İpotekli sermaye piyasası araçları, ipotek teminatlı menkul kıymetler, konut finansmanı fonları ve ipotek finansmanı kuruluşları tarafından ihraç edilen hisse senedi dışındaki sermaye piyasası araçları ve konut finansmanından kaynaklanan alacaklara dayalı olarak veya bu alacakların teminatı altında ihraç edilen diğer sermaye piyasası araçlarıdır. Konut finansmanına yönelik bir menkul kıymetleştirme aracı olarak, özellikle Kıta Avrupa’sında kullanılan ve “covered bond” olarak adlandırılan varlık teminatlı ve ipotek teminatlı menkul kıymetler düzenlenmiştir. Son yıllarda sadece konut finansmanının gelişmiş olduğu ülkelerde değil, kurumsal bir konut finansman sistemi kurma çabasında olan gelişmekte olan ülkelerde de bu araç kullanılmaya başlanmıştır. Ülke düzenlemelerinin birbirleriyle uyumlu olmasının ve konunun ülke mevzuatlarında alt düzenlemeler yerine, kanunlarda ayrıntılı olarak düzenlenmesinin, ipotek teminatlı menkul kıymetlerin uluslar arası sermaye piyasalarında satış başarısında etkili olduğu gözlemlenmektedir. Bu aracın en önemli özelliği fon yapısından farklı olarak, menkul kıymetleştirilen varlıkların ihraççının bilançosu içinde kalması ve kredi riskine karşılık ihraççının garanti vermesidir.

Ayrıca, Sermaye Piyasası Kanununa eklenen maddeler ile varlık finansmanı fonları ve konut finansmanı fonları tanımlanmıştır. Konut finansmanı fonları konut alacaklarının menkul kıymetleştirilmesi amacıyla oluşturulmuş, yurtdışında “special purpose vehicle” olarak adlandırılan özel yapılara karşılık gelecek şekilde düzenlenmiştir. Kanunda yer alan konut finansmanı tanımı dışında kalan ve hem konutla hem de diğer alacaklarla ilgili bir menkul kıymetleştirme aracına da ihtiyaç duyulmuş ve konut finansmanı kapsamı dışında kalan alacakların menkul kıymetleştirilmesine imkân vermek amacıyla genel nitelikli menkul kıymetleştirme aracı olarak varlık finansman fonları düzenlenmiştir. Kurulacak olan konut finansmanı sisteminin yukarıda sayılan sosyal ve ekonomik faydaları göz önüne alınarak, bu sistemin temelinde yer alacak ipotek finansmanı kuruluşlarına destek olmak ve yatırımcıların bu ortaklıklara ve bu ortaklıkların ihraç edeceği menkul kıymetlere olan güvenini artırmak amacıyla bu kuruluşlardan Bakanlar Kurulunca uygun görülenlerin ihraç ettiği sermaye piyasası araçlarının geri ödemelerinin dörtyüzmilyon YTL ye kadar olan bölümü için Hazinenin geri ödeme garantisi verebilmesine imkan sağlanmaktadır. Vergi kanunlarında yapılan değişikliklerle sistemin tümü üzerindeki maliyetlerin azaltılması ve sistemin vergisel teşviklerle desteklenmesi amaçlanmıştır. Tasarruf sahiplerinden sağlanan kaynakların konut alıcılarına aktarılmasına kadar olan aşamalarda ortaya çıkabilecek her bir maliyet unsuru, tasarruf sahiplerinden sağlanan kaynağın maliyetine eklenecek ve konut alıcısı tarafından karşılanmak zorunda kalacaktır. Bu kanun ile vergi kanunlarında yapılan değişikliklerle; sistemin işleyişinin gerektirdiği faaliyetlerin yürütülmesi sırasında ortaya ek vergiler çıkması önlenmekte, ekonomik kalkınmadan, kaçak yapılaşmanın önlenmesine birçok olumlu etki yapacak bu sistemin teşvik edilmesi amacıyla, bu sistemden faydalanan kişilere gelir vergisi indirimi şeklinde vergi avantajları sağlanmaktadır. Bu şekilde kaçak yapılaşmaya yönelebilecek vatandaşların belirli standartları sağlayan ruhsatlı konutları tercih etmelerinin teşvik edilmesi amaçlanmaktadır.”

Öte yandan hayat sigortası ve özel emeklilik fonları alanlarında yeterince gelişme kaydedememiş olan Türkiye’de, bankaların da gayrimenkul mülkiyetlerine sınırlamalar getirilmiş olması, Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarını (GYO) da kurumsal gayrimenkul yatırımı alanında öne çıkartmaktadır.
Uzun vadeli yatırım anlayışına sahip olan ve yüksek risk bilinci taşıyan özel emeklilik fonlarının Türkiye’deki gelişimi, bu fonların enflasyonist etkilere karşı portföylerinde gayrimenkul yatırımlarına yer vermeleri sayesinde gayrimenkul piyasasındaki kurumsal yatırımcı talebini artıracaktır.

Son olarak eklenmesi gereken diğer bir unsur, dünyadaki uygulamalara bakılacak olursa mortgage ile ilgili uygulamaların bireylerin vergi ödemelerinde de avantajlar sağladığı keyfiyetidir.

Bu konuda Yaman Törüner’in 1.10.2005 tarihli Millyet Gazetesinde yayımlanan “ürk Maliyesi IMFnin alt Kuruşlu mu ?” yazısından aşağıdaki alıntıyı aktarıyorum:

“Oysa, mortgage kredilerinin gelir vergisi matrahından düşürülmesi halinde, sistem çalışacak ve kısa süre içinde devlet gelirleri şimdikinin birkaç katı artacak. Neden mi?a) Kişiler yüksek kredi almak için yüksek gelir beyan etmek durumunda kalacaklar. Bu durum, gelir vergisi matrahını artıracak.b) Yüksek kazanç beyan eden bu kişiler, kazançlarına göre sosyal sigorta primi ödeyecekler. Bu durum, sosyal sigorta gelirlerini artıracak.c) Mortgage kredisine konu olan emlak gerçek değerinden gösterilmek zorunda. Bu durumda, devletin alım satımlar üzerinden aldığı vergiler yükselecek ve kontrolörlerin bu emlakların değerlerini yeniden incelemelerine gerek kalmayacak.d) Yine, mortgage kredisine konu olan emlak için yıllık emlak vergisi gerçek değerler üzerinden ödenecek ve belediyelerin vergi gelirleri katlanacak.e) Mortgage kredisine konu olan emlak emsal gösterilerek, diğer gayrimenkullerin alım satım ve yıllık vergileri de yükselecek. Sonunda, devletin ve belediyelerin gelirleri katlanarak artacak.f) Konutlarını mortgage kredisi ile satan müteahhitler, satış fiyatlarını düşük gösteremeyecekler. Gelirlerini düşük gösteremedikleri için, masraflarını da gider yazmak ve masrafları için fatura almak zorunda kalacaklar. Böylelikle, hem vergi gelirleri artacak, hem de hiç vergilendirilmeyen bir alan vergilendirilmiş olacak.g) Giderek kayıt dışı uygulamalar ve değerin düşük gösterilmesi nedeniyle oluşan vergi kaçağı yok olacak.”

Gayrımenkule Dayalı Enstrümanlar ve Sistem İçerisinde Rol alması Tasarlanan Aktörler

Görünen odur ki Ülkemizde henüz gelişmemiş olan Gayrımenkule dayalı enstrümanlar önü açık bir alandır ve çok sayıda ve çeşitlilikte ekonomik ve toplumsal aktörlerin katılımı ile hayata geçirilecek bir sitemdir.

Bu sistemden amaçlanan yalnızca ekonomik getiriler sağlaması değil, aynı zamanda daha sağlıklı kent dokuları oluşturarak yaşam çevresinin de kalitesini yükseltmesidir.


Aktörler

1.Finans Kuruluşları

Bankalar

Sermaye Piyasası Kurulu

İpotek Finansmanı Kuruluşları
Varlık finansmanı fonları
Konut finansmanı fonları

Gayrımenkul Yatırım Ortaklıkları

Aracı Kurumlar

Yatırımcılar
Emeklilik Fonları

Sigorta Şirketleri
Hayat Sigortası
Yapı Sigortası
Meslek Sorumluluğu Sigortası


2.Üretici Kesim

Yönetim Şirketleri
Emlak geliştirme Şirketleri
İnşaat Şirketleri
Danışmanlık Şirketleri





3. Denetim ve Tüketim

Tüketici Örgütleri (Tüketiciyi koruma Derneği)
Belediyeler
Meslek Odaları
Yapı Denetimi Şirketleri
Türkiye gayrimenkul değerleme uzmanları meslek
birliği
Sektörle İlgili Dernek ve Kuruluşlar
Ekspertiz Şirketleri

4.Devlet Kesimi

İlgili Bakanlıklar
Sektörle İlgili Resmi Kuruluşlar


Gayrımenkule Dayalı Enstrümanların Sistem İçerisinde İşlevleri : İFK ve Mortgage

İpotekli Finans Kuruluşlarının verecekleri Mortgage konut kredileri gibi bir finans enstrümanıdır. İpotekli konut kredilerinin bir adı da mortgage“dir. Konut kredileri olan mortgage”ler (finansal araçlar) aynen hazine bonolarında olduğu gibi ikincil piyasalarda el değiştirebilen menkul kıymetlerdir.

Bankalar çeşitli kaynaklardan elde ettiği (mevduat, sendikasyon kredileri v.b) tasarrufları ve uygun fiyatla elde ettiği kredileri konut sahibi olmak isteyenlere kredi olarak verir. Banka birçok müşterisine de konut kredisi verir. Banka tüm bu müşterilerine verdiği bahsi geçen konut kredilerinin teminatını teşkil etmek üzere aldığı ipotekleri menkulleştirerek (yani sermaye piyasalarında işlem görebilecek tahviller haline getirerek) ülkemizde de kurulması planlanan İpotek Finansmanı Kurumuna bir miktar kar marjı ile satar. Bu noktadan sonra İFK SPK üzerinden geçen bu tahviller uzun vadeli fonlara para yatırmaya müsait kuruluşlara (emeklilik fonları, sosyal güvenlik kuruluşları) satar.

Olaya banka açısından baktığımızda, banka vermiş olduğu kredilerin vadesinin dolmasını beklemeden ikincil piyasada değerlendirebiliyor. Böylelikle piyasaya yeniden kredi olarak vermek üzere likit bir kaynağa, kavuşuyor. Örneğin yıllık yüzde 24 faizle konut kredisi veren banka verdiği kredilerden örneğin 1000 adedini tahvil haline getirerek Merkezi İpotek Kuruluşuna (İFK) yüzde 22 faizle satıyor, Merkezi İpotek Kuruluşu da elinde biriken portföyleri uzun vadeli fonlara para yatırmaya müsait kuruluşlara yüzde 20 faizle satıyor. Kimdir bu kuruluşlar? Emeklilik fonları, Sosyal Güvenlik Kuruluşları (Oyak gibi) Bu kuruluşlar neden bu fonlara yatırım yaparlar? Emeklilik kuruluşları ve Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının aktiflerinde bulunan nakdi, DİBS (Devlet İç Borçlanma Senetleri) ile değerlendirmektedirler. Bugünkü koşullarda en yüksek DİBS faizi yüzde 17 olduğunu kabul edersek bu kuruluşlar ellerindeki nakit fonları yüksek faizle değerlendirebilecekleri bir enstrümana sahip oluyorlar. Bu tip şirket ve kuruluşlar ileriye dönük bu tip uzun vadeli fonlarını halihazırda değerlendirme olanağı kısıtlı olduğundan gelecek getiri oranlarını ancak tahmini verilere dayalı olarak verebilmektedirler. Ancak, 20 yıl vadeli finansal araçlara yatırım yaptıklarında ve bu enstrümanlara ait faiz oranları da baştan belli olduğundan bu tip yatırımcılar için bu fonlar kaçırılmayacak yatırım araçlarıdır. Ayrıca bu tip fonlara ipoteklerinin sağlam olması kaydıyla yabancı kuruluşların da ilgi göstermesi kaçınılmazdır.
Gelişmiş ülkelerdeki konut kredisi enstrümanları ve faizleri daha detaylı incelendiğinde ülkemizde halihazırda uygulanan hazine bonosu faiz oranları gibi değişkenlik göstermektedir. Bu durumda müşteriler faiz oranları düştüğünde kredilerini kapatıp, yeniden (re-financing) daha düşük faizli konut kredisi alabilmektedirler.

Örneğin ABD’de FED faizinin yakın zamana kadar çok düşük düzeyde seyretmesi mortgage sektörünü bir çeşit spekülasyon alanı haline getirmiştir. (Bu bölümde, Gayrimenkul Değerleme Uzmanı Feza Varlık’ın çalışmasından yararlanılmıştır.)





Sistemin bir sakıncası
Bu noktada sistemin önemli bir sakıncasına değinmek gerekecektir. Bu sakınca sistemin menkul kıymet tüketicilerinin niteliğinden gelmektedir. Mortgage sistemi dolayısı ile ekonomi içerisinde oluşacak Gayrımenkule dayalı enstrümanlar belli başlı olarak emeklilik fonları tarafından kullanılacaktır.

Bu durum ise emeklilik sistemlerinden bölüşüm (repartition) değil kapitalizasyon sistemine yönelinmesi anlamına gelmektedir. Oysa sosyal devlet modeli emeklilik alanında bölüşümlü sisteme dayanmaktadır. Kapitalizasyon sistemi görünürde çalışanların emeklilik dönemlerinde daha fazla gelir etmelerini sağlamak iddiasında ise de sistemin sermaye piyasasının risklerine açık olduğu unutulmamalıdır. ABD’de Enron fiyaskosu örneğinde olduğu gibi çalışanların emeklilik fonlarını sadece kapitalizasyon sistemine dayandırmalarının yıkıcı sonuçlar doğuracağı hatırda tutulmalıdır.

Bununla birlikte emeğin kazanımlarının giderek tehdit altında olduğu bir dünyada, esnek çalışmanın deregülasyonların var olduğu bir ortamda, sosyal devletin yok edilmeye yüz tuttuğu bir konjonktürde, çalışanların yalnızca bölüşüme dayalı emeklilik birikimlerine değil aynı zamanda koruyucu stratejiler geliştirerek kapitalizasyon sisteminde de yararlanmaları gerektiği düşüncesindeyim. Bu noktada emeği temsil eden ve onu tarafında olan sendikalar, meslek kuruluşları, tüketici örgütlerine önemli görevler düştüğünü savunuyorum.

Gayrımenkule dayalı enstrümanlar böylesi bir strateji içerisinde göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu stratejilerden bir tanesi ise gayrımenukule dayalı olarak ikincil piyasada tedavül eden menkul değerlerin, (ATTAC grubunun yurttaşların desteklenmesi için sermaye piyasalarının vergilendirilmesi önerisinden esinlenerek) ülkemizde de vergilendirilmesi yönünde bir baskı grubu oluşturmaktır!

Buna bağlı ikinci bir strateji ise, Bu vergilerin oluşturduğu fonların üretilen yapıların çevresel standartlarının yükseltilmesi doğrultusunda mevzuatın dönüştürülmesidir.


İkincil Piyasada Tedavül eden Gayrımenkule Dayalı Enstrümanlar Üzerinde (Tobin Tax) benzeri Finansal Sermayenin Vergilendirilmesi Uygulamasının ve bu Vergilerin Çevre Koruma Amaçlı Projeler Doğrultusunda Kullanılmasının Yaratacağı Faydalar

Henüz oluşmamış bir mali piyasa üzerinde sermaye hareketleri vergisi koyma önerisi ilk bakışta kimilerine fazla ütopik gelecektir.

Ancak “gerçekçi ol, imkansızı iste” döneminin ve tarihin sonuna gelinmediğini de birilerinin kamuoyuna ifade etmesi zamanının da geldiği açıktır.

Kaldı ki henüz gerçekleşmemiş bir sermaye piyasası olmakla birlikte yakın zamanda mortgage sisteminin, İFK’ların hayat bulması ile bugünden tasavvur dahi edemediğimiz fonların oluşacağını şimdiden görmeliyiz. Nitekim “Konut Finansman Sistemine İlişkin Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Taslağı” bu gelişmelerin yasa koyucu tarafından da ciddiye alındığının kanıtıdır.

Birçok ülkede Gayrısafi Milli Hasılanın yüzde 10 ila 40’ına varan miktarların söz konusu fonlarda biriktiğini bilmekteyiz.

SPK’da şirketlerin değerinin 85 milyar $ olduğu bir dönemde gayrımenkul yatırım ortaklıklarının değeri hala 1 milyar $ civarında seyretmektedir. Demek ki İFK’larının potansiyel olarak gelişecekleri alanın bakir olduğunu varsayabiliriz.

Gayrımenkul ile ve çevre ile ilgili disiplinler olan mimarlık, çevre mühendisliği ve şehir plancılığı önlerinde açılan ve mesleklerini ilgilendiren ve finans sektörü içerisinde oluşan bu gelişmelere seyirci kalamazlar. Bunlara müdahil olmak, zamanında gerekli önerileri geliştirerek bu önerileri kamuoyuna benimsetmek durumundadırlar.

İFK’ların ikincil piyasada oluşturacakları fonların binde bir ya da ikilerle ifade edilebilecek bir vergilendirmeye tabi tutulması ve bu fonların çevre koruma amaçlı, oluşacak fonların çok büyük değişiklikler yaşayacak kentlerimizde oluşacak yapılı çevreyi, su, çöp, kanalizasyon, arazi kullanımı ile ilgili standartları, enerji kullanımındaki standartları yukarıya çekecek, etkileri fonların kendi büyüklerine oranla daha yüksek olacaktır.

Ayrıca İFK fonları vergisi gerçekleşecek çevresel koruma projeleri dolayısıyla ekonomi üzerinde inşaat sektörünün yarattığına benzer bir çarpan etkisi de yaratacaktır. Dolayısıyla İFK fonları vergisi, ekonomiyi küçültücü değil tam tersine büyültücü bir etki doğuracaktır.

İFK fonları vergisi çevreci projeleri prestijli hale getirecektir.

İFK fonları vergisi kentleşme konusunda kentleşmenin değişik aktörleri üzerinde yeni bir bilinç oluşturacaktır.

İFK fonları vergisi tüketici örgütlerini, meslek örgütlerini, denetleme mekanizmalarını devreye sokacağından “katılım” süreçlerini demokratikleştirme yönünde de dolaylı bir etki yaratacaktır.

İFK fonları vergisi çalışanları derinden ilgilendiren emeklilik fonları ile ilgisinden ötürü çalışanların örgütlü değişik kesimlerinin bir arada strateji üretmeleri doğrultusunda etki yaratacaktır.

İFK fonları vergisi sermaye piyasasına aykırı durmayan yapısı ile düzenin “içeriden eleştirisi” görevini de yaratacak “fikir (tankları) ortamları oluşmasında da dolaylı bir rol oynayabilecektir.


Son söz mahiyetinde; TMMOB Mimarlar Odası ve TMMOB Yöneticilerin dar ufuklu yetki - yönetmelik tartışmalarını bırakarak bir an önce TMMOB örgütlülüğü altında bütüncül sektör ve meslek politikaları oluşturmaları gereği üzerine:

Önce TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası tarafında 3-4 haziran 2005 tarihinde tertiplenen “AB – GATS : Mühendislik Alanına Etkileri Oturumlarından iki değerli katılımcıdan alıntılar:

1-“Bugün bir şeylere karşı olmak adına hizmet ticaretinden fayda elde etmeme ve koruyucu bir tedbir geliştirmeme politikası bir kenara bırakılmalı, sektörel ve mesleki çatışmalar sonlandırılmalı, sektörün mevcut durumu belirlenmeli, meslek adamlarımızın yaşam alanlarını etkileyecek yeni ilişki teknikleri, (hizmet ticaretinin bileşenlerini karşılıklı etki içerisinde maksimize eden bir matriks şeklinde tasavvur edilebilir) umursatmanın yolları vakit kaybetmeden araştırılmalı ve yapılmalıdır. Sermaye yapıları ve türleri güçlenmeleri yönünde teşvik edilmelidir.”
Şirin Gülcen Eren, Şehir Plancısı.

2-“Bunun yanı sıra sivil toplum örgütleri içinde yer alan mühendis odaları da “yönetişim” modeli içinde demokratik kitle örgütü olma niteliğinden uzaklaştırılarak sadece kar amaçlı projelendirme bazında yer alan AR_GE birimine dönüşmektedir.”
Yrd. Doç.Dr. Berna Güler Müftüoğlu, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F Öğretim Üyesi.

Görüldüğü gibi Mimarlar Odası’nın Çevre Mühendisliği Odası’nın ve diğer Odaların sektör gerçeklerini dahi tam olarak değerlendirmeyen yönetmelik ve yetki tartışmalarını bırakarak mevcut küreselleşmenin koşulları içerisinde kullanılabilecek fırsatları soğukkanlılıkla değerlendirmeleri gerekmektedir. Savımız, bütüncül bir kavrayış içerisinde finans sektörünün dahi sunduğu teknik olanaklar kullanılarak yapılabilecek bir şeyler bulunduğudur.

Mühendisler hapsedilmek istendikleri alandan çıkarak daha bütüncül yaklaşımlar sergilemelidirler. Kısacası ya total plancı ya sıra kölesi ilkemi karşısında “total plancı” olmayı seçmelidirler.

Çare Başka Bir Dünya Mümkündür Diyenlerin Birlikteliğindedir

Küreselleşen dünyada sermayenin ve çok uluslu şirketlerin oluşturduğu sistem, getirdiği sömürü düzeni dolayısı ile dünya çapında eleştirilere uğramaktadır.

Fikirsel öncülüğü Yurttaşların Desteklenmesi İçin Finansal sermayenin vergilendirilmesi (ATTAC) grubu tarafından yapılan, on yıl içerisinde dünya ölçüsünde oylum kazanan küreselleşme karşıtı hareket çok çeşitli alanları ve çok değişik inisyatifleri harekete geçirmeyi başarmıştır. Küreselleşmeye dünya çapında alternatif ciddi bir muhalefet olmayı başarmıştır.

Kendi alanımıza dönecek olursak,

-Başka bir dünya mümkün diyen uluslararası alternatif dünyacılara eklemlenerek “Başka bir Mimarlık Mümkün” diyen mimarlar;

-“Toplumun Hizmetinde Mimarlar” geleneğinin varisleri olarak “Mimarlık bir Hak değil bir İhtiyaçtır” diyebilen mimarları;

-Fikirsel alternatifler yaratarak, Sürekli Mesleki Gelişim Merkezlerini, Mesleki Bilimsel Çalışma Komitelerini daha da üretici kılarak toplumun ve üyelerinin gereksinmelerine kendi alanında çözümler getiren TMMOB Odaları;

-İnsanlığın ortak malı olan doğa ve kültürü ve bu kültürün bir parçası olan çevreyi ve mimarlığı küreselleşen kapitalizmin tasallutundan kurtaracak olan güçlerin safında yer alan Mimarlar, Çevre Mühendisleri;

Bütüncül bir toplumsal muhalefet projesinin parçaları olduklarını unutmadan, ancak sektör gerçeklerini göz önünde bulunduran teknik önerileri hayata geçirme becerisini gösteren programlar ile ülke ve toplumsal sahnede yerlerini almalıdır.

Gayrımenkule dayalı enstrümanlardan biri olan ikincil piyasada (borsada) tedavül edecek olan hisse senetlerinin Tobin tax benzeri bir İFK fonları vergisine tabi tutulmaları önerisi böylesi bir bütüncül yaklaşımın ürünüdür.