Nitelikli Emeğin Fetişleştirilmesi / Sürekli Mesleki Eğitim
(DİMP – DEMİMAR / Yeni Çalışma Dönemi İçin Öngörüler 1)
Raşit Gökçeli
Aralık 2007
Nitelikli Emek Fetişizmi ve Sürekli Mesleki Eğitim
Sürekli Mesleki Eğitim, özellikle ABD’de uygulandığı biçimi ile mesleğin tam ve kusursuz uygulanmasını amaçlamaktan çok ortaya çıkan mesleki ürünün pazardaki değerini maksimize etmeyi öngörmektedir.
Oysa Sürekli Mesleki Eğitim (SME), Sürekli Mesleki Gelişim (SMG), Yaşam Boyu Eğitim kavramları, uygulamaları temelinde insan emeğinin daha fazla sosyalleşmesi emekçinin / emeğin daha etkili daha yetkin bir donanıma kavuşturulması sosyal amacını taşımaktadır. En azından SMG ile ilgili kaynakların öne sürdükleri temel amaçlar bu doğrultudadır.
Ancak uygulamada ABD’de yapılan SMG’lerin önemli bir bölümü malzeme tanıtımlarını içermektedir.
Mimarlar bir bakıma birer malzeme temsilcisi durumuna düşmektedirler.
Nitelikli emek bu hali ile bir yandan ortaya çıkan ürünün pazar değerinin maksimizasyonu ile doğrudan ilişkili hale gelerek onun işlevsel bir fonksiyonu durumuna düşmektedir.
SMG bir yandan ürünün Pazar değerini maksimize etmekte, bir yandan da bu maksimizasyon: nitelikli emeğin (mimarın) SMG bilgisi (!) – burada doğru malzeme seçimi- aracılığı ile Pazar değerinin maksimize edilmesini sağlama işlevini görmektedir !
Nitelikli emek (çalışma gücü) söz konusu örnekte Marks’ın söz ettiği anlamda bir fetişizme uğramakta dolaşım sürecinde pazar değeri kazanan bir sermaye olarak ele alınmasını gündeme getirmektedir.
SMG bir bakıma bir sermaye değeri olarak fetişleştirilen emeği maksimize etmeyi sağlayan bir mekanizma haline gelmektedir.
Malzeme tanıtımları, nitelikli emeğin ve ortaya konan ürünün mal - para boyutuna indirgenmesi ile bu olguya bir örnek oluşturmaktadır.
SMG’in mesleki sorumluluk sigortası ile de kurulmuş ilişki biçimleri aynı fetişleşme sürecine hizmet eder niteliktedir.
SMG ile mesleki sorumluluk sigortası ABD uygulamalarında yakın bir ilişki kalıbı içerisindedir. SMG içerisinde mesleki sorumluluk sigortası branş olarak yer almakta, mesleki sorumluluk sigortası da nitelikli emeğin ve ortaya çıkan ürünün (yapı) pazar değerinin oluşmasında bir iktisadi faktör olarak yer almaktadır.
Oysa bu fetişleşme emek merkezli politikalar yürüten bir Meslek Odasının eleştirel bir gözle irdelemesi gereken bir olgudur.
El çaka yer çaka
Niteliksiz malzeme tanıtımları ile payandalandırılan SMG bir yandan mimarları üretici firmaların reprezantanı, satış temsilcisi durumunda düşürmekte bir yandan da bu malzeme tanıtımlarını tertip eden meslek odası, firmalardan tanıtım ücreti almaktadır. (SMG kredileri peşindeki meslektaşlar ister istemez kalabalık bir izleyici kitlesi oluşturdukları için). Oda böylelikle, üyelerden SMG katilim ücreti, firmalardan da tanıtım ücreti alarak, el çaka yer çaka bütçesini beslemektedir. (çifte kadayıf).
SMG’in malzeme tanıtımları ağırlıklı yapısı nasıl ıslah edilebilir?
SMG, nitelikli emeği, sermayenin bir unsurunu olarak, ortaya çıkan ürün (yapı) nın Pazar değerinin maksimize edilmesi ve bu yönü ile mal-para fetişizminin bir unsuru olmaktan nasıl kurtarılabilir?
Gerçekte neoliberalizmin, esnek üretim, deregülasyon, delokaliazsyon ve OPA denilen vahşi finans (hedge) fonların şirket satınalma operasyonlarının mağduru olan nitelikli emek, bilinçsiz SMG uygulamaları ile büsbütün eğretileşmekte mal-para fetişizmi ise sadece sermayedara hizmet etmektedir.
SMG uygulaması içerisinde ABD’de nicelikli bir yer tutan ve giderek ülkemizdeki uygulamada da benzer biçimde yaygınlaşan uygulama emekten yana programlarla dengelenmelidir.
Bu amaçla ilk akla gelen yapı sektöründeki malzeme üreticisi firmaların kapsamlı ve bütüncül bir analize tabi tutulmalarıdır.
Meslek Odası “Corporate Watch” tipinde bir izleme mekanizması kurarak ülkedeki belli başlı yapı malzemeleri firmalarını izlemeye almalıdır.
Bu amaçla hem ülke içerisindeki tüketici örgütlenmeleri hem de dünyadaki benzer (Corporate Watch) tipindeki örgütlenmeler ile organik işbirliğine gidilmelidir.
26 Aralık 2007 Çarşamba
11 Kasım 2007 Pazar
Prof. Dr. Mübeccel Kıray ile Söyleşi
2. Dünya Savaşı Ertesinde Türk Metropollerinde Sosyal Değişim Kalıpları
Prof. Dr. Mübeccel Kıray ile Söyleşi
( 09.11.1994 )
Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, Mimar.
Zekâi Akay, Şehir Plancısı.
1945'lerin sonuna kadar dünya iktisadi buhranına rağmen Türk kentlerinde batı standartları ile özdeşleşmiş bir şehirli kitlesi bulunuyordu. 1940'larda, kentlerimizde büyük sanayi yoktu. Ancak, hizmetler ve altyapı, 19. yüzyılın başından itibaren ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde göreli olarak gelişmişti. Bu dönemde, kentlerde, batıda oluşan şehirli yaşam temposu, sosyal ve kültürel ögeleriyle benzer biçimde mevcuttu. Hatta bir ölçüde, hizmetlere ilişkin ücretli kesimin varlığı ve az gelişmiş de olsa sanayi dolayısı ile batı standartlarına uygun işçi işveren ilişkileri de görülüyordu. Örneğin tramvay grevinde görüldüğü gibi işçi hareketleri de vardı. Oysa 1950'lerden itibaren iki değişik süreç, klasik kentli orta katmanların kent içerisindeki başat konumunu alttan ve üstten kemirmeye, sıkıştırmaya başladı.
Tarımdaki mekanizasyon ve antibiyotik kullanımının kırsal alanlarda da yaygınlaşarak genel sağlık düzeyinin yükselmesi sonucunda oluşan nüfus baskısı, kırdan kentlere ilk göç dalgasını oluşturdu. Bu ilk göç dalgası ile kente gelen nüfusun gerek kent, gerekse kentsel yaşam kalıpları konusunda bilgisi yoktu. Donanımsız göçmen nüfusun kentte plansız ve donanımsız bir biçimde yerleşmesi kentin standartlarını düşürdü.
Öte yandan 2. Dünya Savaşı ertesinde gelişen büyük sermaye orta-üst -yeni zenginler- tabakası yarattı. Dolayısıyla 19. yüzyıla has kentsel modernleşmenin temsilcisi ve ürünü olan klasik orta şehirli grup, yeni gelişen gruplar arasında göreceli üstünlüğünü kaybetti: Alttan gelen göç dalgası, üstte oluşan türedi zengin gruplar, kent standartlarını temsil eden orta tabakalara ait grupları erozyona uğrattı. Avrupaya entegre olan kentli bir kültürel yaşamın kent içindeki etki alanı giderek daralmaya yüz tuttu.
O dönemin Istanbul ve Izmir'i tarım ve madencilik sektörlerindeki artık değerin toplandığı ve yönetildiği kentlerdi. Cumhuriyetin eğitim alanında getirdiği reformlar, bu reformların klasik Avrupa-rönesans çizgisine paralelliği, kentin kültürel niteliği üzerinde etkili olmuştur. Ayrıca kırsal kesimin bu dönemde kent üzerinde henüz etkisini duyurmamış olması kent yaşamında sonradan oluşacak yozlaşmalara henüz yol açmamıştı. Kısaca, bu dönemin kenti Avrupa ile aynı dalga boyunda bir kültürel yaşam tablosu sergilemektedir.
1950'lerin getirdiği kırsal göç ile türedi zengin gruplarının istilası neticesinde değişikliğe uğrayan kentsel yaşam bu kez kendine has yeni dinamikler edindi. Kırdan göç eden kesimlerin kent yaşamı içerisinde kendilerine yeni uyum mekanizmaları yaratmaları, öte yandan kent ortamında zenginleşen grupların ticari ilişkileri sonucunda dünya pazarı ile entegre olmaları nedeniyle ortaya çıkan yeni dinamikler, kentin üst yapısında değişmelere yol açtı.
Kente göç eden kırsal kesim, oldukça kapalı, kendine yeten bir ekonominin ve otarşik bir dünyanın unsurları idi. Klasik köy ortamının kültürel tekdüzeliği, bu ortamın 20-25 evden oluşan durağan yapısı, bu ortamdaki bir arada olma mekanlarının fakirliği ve yayılma mekanizmalarının folklorik pratiklerle sınırlı kalması (aşıklar tarafından 20-25 kişiye anlatılan masallar, epopeler), zaman içinde grupların kentsel yapıya uyum gösterme mekanizmalarına koşut olarak gelişmeye başladı. Sinema ve kahve biçimleri gibi toplanma alanları aşamalı olarak yeni kentlilerin sosyal ilişki ortamları içerisinde yer almaya başladı.
Bunun yanısıra, nüfusu artan kentin, etnik ve dinsel açıdan daha değişik bir kozmopolizme ulaştığı söylenebilir. Metropolleri çeşitli nedenlerle terkeden müslüman olmayan eski kentli nüfus yerine, bu kez Anadolu'nun değişik yörelerinden gelen kırsal etnik ve dinsel gruplar -henüz etnik farklılıklarının bilincinde olmamalarına ve kırda dinsel motiflerle fazla içiçe olmamalarına rağmen- dünya konjonktüründeki gelişmelere bağlı olarak bazı farklılıklar göstermeye başladılar.
Alttan gelen etki grupları olarak tanımladığımız kırsal göç unsurları patronaj ilişkileri olarak tanımlanabilecek kalıplar ile ve önce aile sonra hemşehrilik münasebetleri oluşturarak kent içerisindeki entegrasyon mücadelelerini başlattılar. San Fransisko Konferansının dünyaya empoze ettiği 'demokrasi' standartları sonucunda Türkiye'nin çok partili demokrasiye geçişi ve parlamenter demokrasinin Türk kentlerinde uygulanış biçimi, kitle partilerinin politikalarını değiştirdi. Merkez kitle partileri oy sağlamak için artık kentte belirli bir sayısal nicelik oluşturan yeni göçmenlerin desteğini sağlamak durumundaydılar. Bu nedenle ilksel aile ve hemşehrilik patronaj kalıplarına yeni bir unsur eklendi. Bu unsur siyasal popülizm idi.
Daha sonraları, soğuk savaşın dünya politik sahnesinde ortaya çıkması ile, batı metropollerinin ve özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin Marshall Planı ile oluşturdukları teknoloji ve alyapıyı (Avrupa'daki ekonomilerin canlandırılması yanı sıra) 3. Dünya ülkelerinde de geliştirme politikaları, özellikle Vietnam yenilgisinden sonra yeterli olmamaya başladı.
ABD, bu nedenle ek politikalar geliştirdi. Wilson Prensipleri içerisinde bulunan kişisel haklar meyanında, etnik ve dinsel tutucu akımların desteklenmesi politik doktrini yeniden gündeme geldi. Sosyalist Dünya ile ölümcül bir var olma savaşına tutuşan batı dünyası ve lideri ABD, Marshall Planının getirdiği altyapıya ilişkin ögelerin yanı sıra, Vietnam yenilgisinden sonra dinsel tutucu akımları da bir üstyapı mücadele mekanizması olarak soğuk savaşın temel mücadele aracı olarak 3. Dünya ülkelerinde uygulamaya başladı. Batı ideolojik planda ikinci bir cephe açtı. Bu sürecin etkisi ile metropollerde dinsel akımlar gelişmeye başladı. Bu akımlar ABD veya ABD'nin delege ettiği Ortadoğu petrol zengini ülkeler tarafından finanse edildi. Bu olayda önemli olan, etnik ve dinsel tutucu akımların kent boyutu içerisinde yeni bir uygulama alanı bulmaları ve bu nedenle gelişmeleridir.
Deminden beri incelenen patronaj ilişkileri, bu gelişme dolayısı ile ek bir boyut daha edindiler. Önceleri aile ve hemşehrilik, daha sonra çok partili düzenin klasik patronaj ilişkileri olarak ortaya çıkan yeni tür kentsel menfaat lobileri, bu kez dinsel ve etnik tutucu grupların kent içinde yeni mücadele konumları elde etmeleri dolayısı ile değişik bir dinamik kazandılar. Kentsel ortamın bu yeni mücadele ögeleri klasik patronaj ilişkilerini de dönüştürdü.
Giderek karmaşıklaşan patronaj ilişkileri bu safhada kent içerisinde güç konumuna erişilmesi yöntemlerini de geliştirdi. Bu yeni patronaj aşaması bir yandan kişisel ilişkiler temelinde yandaş edinmenin mekanizmalarını geliştirirken öte yandan kent dokusu içerisinde göreceli etkinlik ve hatta hakimiyet alanları oluşturma stratejisini de uyguladı. Böylece bir yandan özellikle dinsel ve sonraları kısmen etnik motiflerle oluşturulan lobiler, bireylerin iş bulma, eğitim esnasında yardım görme v.b. sorunlarını patronaj ilişkileri içerisinde çözerken, öte yandan bu patronaj ilişkileri, kentsel doku içerisinde belirli yoğunlaşma adacıkları oluşturarak, bölgesel (zoning) üstünlükler elde etme yolunu seçtiler. "Kurtarılmış bölgeler", klasik politik kalıplar yerine kent içi bölgesel etki adacıkları oluşturarak gerçekleştirildi. Bu yeni patronaj ilişkisi, iş bulmak ve belirli gruplara şehir hayatı sağlamak olanağını siyasi islam ideolojisi şemsiyesi altında oluşturdu. 1970'lere kadar bilinen, klasik sağ partilerinin patronaj kalıplarından daha değişik bir kalıp getirdi. Siyisi islam, bir tür yeni tip patronaj ilişkisini temsil ederken, diğer yandan bir dünya politikası unsuru olarak, sosyalizme karşı oluşturulan metropol ülkeleri politika stratejisinin de bir aracı oldu.
Bu tür patronaj kalıpları, eskinin aile, hemşehri ve klasik oy avcılığı patronajı kalıplarının ötesinde yeni bir model getirdi. Bu defa, hemşehri ve işadamı ögeleri yanısıra, tarikatlar da patronaj sisteminin bir ögesi olarak belirdiler.
Aynı dönemde, yani 1980'lerde dünya ve Türkiye hızla değişti. 1989'da soğuk savaş batı metropollerinin zaferi ile sonuçlandı. Berlin Duvarı yıkıldı. Sovyet Devrimi başarısızlıkla sonuçlandı. Dünya pür monetarist iktisadi doktrinin etkisinde kaldı. Özalizm felsefesi bu konjonktürün Türkiye'deki temsilcisi ve uygulayıcısı oldu. Bu dönemde kentleşmiş kitleler giderek para manipülasyonu ile daha fazla haşır neşir oldular. Yeni sosyal formasyonun üst katmanlarının para harcama kalıpları, kent içerisinde yeni tür para harcama ve gösterişçi tüketim kalıpları doğurdu. Türk metropollerinin yeni üst tabakasını oluşturan kesim, sosyal plandaki ifadesini oluşan zengin ortamın modern ve seküler, rekreasyonel v.b. tüketim kalıplarını tüketmeleri sosyal aşamalarının bir tescili olarak gerekli hale geldi. Bu tür harcamaları yapabilmek ise 1980'lerin Türkiye'sinin 'krema' tabakasına erişmiş kişilerin iş organizasyonu içerisinde kendi işlerinin patronu ya da büyük sermaye gruplarının yöneticisi olmaları koşulunu gerekli kıldı.
Dolayısı ile 1980'lerin Türk Metropollerinde toplum içinde başarı sağlayan grupları iki değişik kategori altında sınıflamak gerekmektedir. Birinci kategoride batı metropollerine bağlı olup, seküler değer sistemine bağlı olan unsurlar yer almaktadır. Ikinci grupta ise 1970 sonrasının soğuk savaş mantığı içerisinde 3. Dünya ülkelerinde oluşturulan tutucu akımları temsil eden ve fakat esas olarak son tahlilde yine metropol ülkelerin soğuk savaş stratejileri paralelinde üstyapısal söylem geliştiren gruplar yer almaktadır. Bu grupların sosyal pratik içerisindeki temel ayırdedici kıstaslarından en anlamlı olanı kadınlar ile ilgili tutumlarıdır.
Siyasal İslam'da kadının, iş organizasyonunda bir standarda oturması üzerinde bilinçli olarak durulmamaktadır. Klasik modernleşmede kadının sosyal açıdan anlamlı bir hayat seviyesine, iş organizasyonunda belirli bir noktaya ulaşması söz konusudur. Oysa, siyasal İslam'da durum farklıdır. Kadının sadece ev içindeki lüksüne ağırlık verilmektedir.
Kentlerde siyasal Islamın gelişmesini destekleyen bir başka unsur enformel sektörün varlığı olmuştur. Enformel sektör aile ölçeğinde üretimi gündeme getirdiği için baba otoritesini mümkün kılar. Bu kalıp, tutucu akımların gelişmesini destekleyici bir rol oynar. Ancak, aile çözülürken, baba otoritesi de azalmaktadır. Çünkü ev içindeki üretim ve tüketim düzeninde -orta sınıflaşma sürecinde- baba, artık eskisi gibi hakim değildir. Bu, ister istemez, daha seküler bir gelişmeye yol açmaktadır. Aynı şekilde sanayi banliyölerinin kentle birleşmeleri, ev içindeki insanların ev dışı faaliyetlere yönelmeleri, baba otoritesinin azalmasına ve ailenin başka düzeyde örgütlenmesine yol açan faktörlerdir.
Örneğin en tutucu partilerde bile başını bağlayarak politika yapan kadınların seçtikleri yolun aslında, kapalı ev ve aile dünyasını delmeye yönelik bir 'tampon mekanizma' olduğu söylenebilir. Yine tarikatlar içerisinde üretilen güç dengeleri yakından incelendiğinde, tarikat liderlerinin kız evlatlarının, damat yolu ile kontrol ve liderliklerini sürdürdükleri görülmektedir.
Kent içindeki alt yapılanmaların bir diğer bölümünü oluşturan etnik kimlikli gruplaşmalar, bir yandan enformatik devrim ve iletişim alanındaki gelişmelerin uluslarüstü boyuta ulaşması, aynı biçimde geleneksel kategoride, dinsel akımların da uluslarüstü nitelik kazanmalarından ötürü, her ne kadar bazı uluslarası jeopolitik desteklere sahip iseler de, ancak bu diğer iki unsurun etki alanlarının çizdikleri sınırlar dışında başarı olanağına sahiptirler. Dinsel-geleneksel ve modern-seküler akımların enformatik devrim ortamında edinebildikleri yeni tür kentsel ortak ifade paydaları giderek kentsel-uluslararası ortamlarda daha fazla etkili olmaktadır. Dolayısı ile etnik oluşumların kent içindeki örgütlenmeri ancak jeopolitik koşullara bağlı olarak var olabilecek, ama yukarıda sıralanan unsurlarla da kısıtlı kalacaktır.
Sonuç olarak, bir şehrin gelişmesini farklılaşma, uzmanlaşma ve örgütleşme boyutları içerisinde incelemek gerekir. modernleşen metropol içerisinde, bir yandan yukarıda değinilen tutucu akımlar ve bunların kent içinde örgütlenmeleri, öte yandan ulaslararası sermayenin ve bu sermayenin metropoller üzerindeki etkisinin küreselleşmesinden ötürü gelişen ticari ve sınai grupların orta katmanları etkileyebilme güçleri, gelişen yeni toplumsal muhalefet biçimlerinin oluşturacakları söylemlerin bulabilecekleri destekler, yeni ve değişen kentin parametrelerini oluşturacaktır.
Prof. Dr. Mübeccel Kıray ile Söyleşi
( 09.11.1994 )
Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, Mimar.
Zekâi Akay, Şehir Plancısı.
1945'lerin sonuna kadar dünya iktisadi buhranına rağmen Türk kentlerinde batı standartları ile özdeşleşmiş bir şehirli kitlesi bulunuyordu. 1940'larda, kentlerimizde büyük sanayi yoktu. Ancak, hizmetler ve altyapı, 19. yüzyılın başından itibaren ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde göreli olarak gelişmişti. Bu dönemde, kentlerde, batıda oluşan şehirli yaşam temposu, sosyal ve kültürel ögeleriyle benzer biçimde mevcuttu. Hatta bir ölçüde, hizmetlere ilişkin ücretli kesimin varlığı ve az gelişmiş de olsa sanayi dolayısı ile batı standartlarına uygun işçi işveren ilişkileri de görülüyordu. Örneğin tramvay grevinde görüldüğü gibi işçi hareketleri de vardı. Oysa 1950'lerden itibaren iki değişik süreç, klasik kentli orta katmanların kent içerisindeki başat konumunu alttan ve üstten kemirmeye, sıkıştırmaya başladı.
Tarımdaki mekanizasyon ve antibiyotik kullanımının kırsal alanlarda da yaygınlaşarak genel sağlık düzeyinin yükselmesi sonucunda oluşan nüfus baskısı, kırdan kentlere ilk göç dalgasını oluşturdu. Bu ilk göç dalgası ile kente gelen nüfusun gerek kent, gerekse kentsel yaşam kalıpları konusunda bilgisi yoktu. Donanımsız göçmen nüfusun kentte plansız ve donanımsız bir biçimde yerleşmesi kentin standartlarını düşürdü.
Öte yandan 2. Dünya Savaşı ertesinde gelişen büyük sermaye orta-üst -yeni zenginler- tabakası yarattı. Dolayısıyla 19. yüzyıla has kentsel modernleşmenin temsilcisi ve ürünü olan klasik orta şehirli grup, yeni gelişen gruplar arasında göreceli üstünlüğünü kaybetti: Alttan gelen göç dalgası, üstte oluşan türedi zengin gruplar, kent standartlarını temsil eden orta tabakalara ait grupları erozyona uğrattı. Avrupaya entegre olan kentli bir kültürel yaşamın kent içindeki etki alanı giderek daralmaya yüz tuttu.
O dönemin Istanbul ve Izmir'i tarım ve madencilik sektörlerindeki artık değerin toplandığı ve yönetildiği kentlerdi. Cumhuriyetin eğitim alanında getirdiği reformlar, bu reformların klasik Avrupa-rönesans çizgisine paralelliği, kentin kültürel niteliği üzerinde etkili olmuştur. Ayrıca kırsal kesimin bu dönemde kent üzerinde henüz etkisini duyurmamış olması kent yaşamında sonradan oluşacak yozlaşmalara henüz yol açmamıştı. Kısaca, bu dönemin kenti Avrupa ile aynı dalga boyunda bir kültürel yaşam tablosu sergilemektedir.
1950'lerin getirdiği kırsal göç ile türedi zengin gruplarının istilası neticesinde değişikliğe uğrayan kentsel yaşam bu kez kendine has yeni dinamikler edindi. Kırdan göç eden kesimlerin kent yaşamı içerisinde kendilerine yeni uyum mekanizmaları yaratmaları, öte yandan kent ortamında zenginleşen grupların ticari ilişkileri sonucunda dünya pazarı ile entegre olmaları nedeniyle ortaya çıkan yeni dinamikler, kentin üst yapısında değişmelere yol açtı.
Kente göç eden kırsal kesim, oldukça kapalı, kendine yeten bir ekonominin ve otarşik bir dünyanın unsurları idi. Klasik köy ortamının kültürel tekdüzeliği, bu ortamın 20-25 evden oluşan durağan yapısı, bu ortamdaki bir arada olma mekanlarının fakirliği ve yayılma mekanizmalarının folklorik pratiklerle sınırlı kalması (aşıklar tarafından 20-25 kişiye anlatılan masallar, epopeler), zaman içinde grupların kentsel yapıya uyum gösterme mekanizmalarına koşut olarak gelişmeye başladı. Sinema ve kahve biçimleri gibi toplanma alanları aşamalı olarak yeni kentlilerin sosyal ilişki ortamları içerisinde yer almaya başladı.
Bunun yanısıra, nüfusu artan kentin, etnik ve dinsel açıdan daha değişik bir kozmopolizme ulaştığı söylenebilir. Metropolleri çeşitli nedenlerle terkeden müslüman olmayan eski kentli nüfus yerine, bu kez Anadolu'nun değişik yörelerinden gelen kırsal etnik ve dinsel gruplar -henüz etnik farklılıklarının bilincinde olmamalarına ve kırda dinsel motiflerle fazla içiçe olmamalarına rağmen- dünya konjonktüründeki gelişmelere bağlı olarak bazı farklılıklar göstermeye başladılar.
Alttan gelen etki grupları olarak tanımladığımız kırsal göç unsurları patronaj ilişkileri olarak tanımlanabilecek kalıplar ile ve önce aile sonra hemşehrilik münasebetleri oluşturarak kent içerisindeki entegrasyon mücadelelerini başlattılar. San Fransisko Konferansının dünyaya empoze ettiği 'demokrasi' standartları sonucunda Türkiye'nin çok partili demokrasiye geçişi ve parlamenter demokrasinin Türk kentlerinde uygulanış biçimi, kitle partilerinin politikalarını değiştirdi. Merkez kitle partileri oy sağlamak için artık kentte belirli bir sayısal nicelik oluşturan yeni göçmenlerin desteğini sağlamak durumundaydılar. Bu nedenle ilksel aile ve hemşehrilik patronaj kalıplarına yeni bir unsur eklendi. Bu unsur siyasal popülizm idi.
Daha sonraları, soğuk savaşın dünya politik sahnesinde ortaya çıkması ile, batı metropollerinin ve özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin Marshall Planı ile oluşturdukları teknoloji ve alyapıyı (Avrupa'daki ekonomilerin canlandırılması yanı sıra) 3. Dünya ülkelerinde de geliştirme politikaları, özellikle Vietnam yenilgisinden sonra yeterli olmamaya başladı.
ABD, bu nedenle ek politikalar geliştirdi. Wilson Prensipleri içerisinde bulunan kişisel haklar meyanında, etnik ve dinsel tutucu akımların desteklenmesi politik doktrini yeniden gündeme geldi. Sosyalist Dünya ile ölümcül bir var olma savaşına tutuşan batı dünyası ve lideri ABD, Marshall Planının getirdiği altyapıya ilişkin ögelerin yanı sıra, Vietnam yenilgisinden sonra dinsel tutucu akımları da bir üstyapı mücadele mekanizması olarak soğuk savaşın temel mücadele aracı olarak 3. Dünya ülkelerinde uygulamaya başladı. Batı ideolojik planda ikinci bir cephe açtı. Bu sürecin etkisi ile metropollerde dinsel akımlar gelişmeye başladı. Bu akımlar ABD veya ABD'nin delege ettiği Ortadoğu petrol zengini ülkeler tarafından finanse edildi. Bu olayda önemli olan, etnik ve dinsel tutucu akımların kent boyutu içerisinde yeni bir uygulama alanı bulmaları ve bu nedenle gelişmeleridir.
Deminden beri incelenen patronaj ilişkileri, bu gelişme dolayısı ile ek bir boyut daha edindiler. Önceleri aile ve hemşehrilik, daha sonra çok partili düzenin klasik patronaj ilişkileri olarak ortaya çıkan yeni tür kentsel menfaat lobileri, bu kez dinsel ve etnik tutucu grupların kent içinde yeni mücadele konumları elde etmeleri dolayısı ile değişik bir dinamik kazandılar. Kentsel ortamın bu yeni mücadele ögeleri klasik patronaj ilişkilerini de dönüştürdü.
Giderek karmaşıklaşan patronaj ilişkileri bu safhada kent içerisinde güç konumuna erişilmesi yöntemlerini de geliştirdi. Bu yeni patronaj aşaması bir yandan kişisel ilişkiler temelinde yandaş edinmenin mekanizmalarını geliştirirken öte yandan kent dokusu içerisinde göreceli etkinlik ve hatta hakimiyet alanları oluşturma stratejisini de uyguladı. Böylece bir yandan özellikle dinsel ve sonraları kısmen etnik motiflerle oluşturulan lobiler, bireylerin iş bulma, eğitim esnasında yardım görme v.b. sorunlarını patronaj ilişkileri içerisinde çözerken, öte yandan bu patronaj ilişkileri, kentsel doku içerisinde belirli yoğunlaşma adacıkları oluşturarak, bölgesel (zoning) üstünlükler elde etme yolunu seçtiler. "Kurtarılmış bölgeler", klasik politik kalıplar yerine kent içi bölgesel etki adacıkları oluşturarak gerçekleştirildi. Bu yeni patronaj ilişkisi, iş bulmak ve belirli gruplara şehir hayatı sağlamak olanağını siyasi islam ideolojisi şemsiyesi altında oluşturdu. 1970'lere kadar bilinen, klasik sağ partilerinin patronaj kalıplarından daha değişik bir kalıp getirdi. Siyisi islam, bir tür yeni tip patronaj ilişkisini temsil ederken, diğer yandan bir dünya politikası unsuru olarak, sosyalizme karşı oluşturulan metropol ülkeleri politika stratejisinin de bir aracı oldu.
Bu tür patronaj kalıpları, eskinin aile, hemşehri ve klasik oy avcılığı patronajı kalıplarının ötesinde yeni bir model getirdi. Bu defa, hemşehri ve işadamı ögeleri yanısıra, tarikatlar da patronaj sisteminin bir ögesi olarak belirdiler.
Aynı dönemde, yani 1980'lerde dünya ve Türkiye hızla değişti. 1989'da soğuk savaş batı metropollerinin zaferi ile sonuçlandı. Berlin Duvarı yıkıldı. Sovyet Devrimi başarısızlıkla sonuçlandı. Dünya pür monetarist iktisadi doktrinin etkisinde kaldı. Özalizm felsefesi bu konjonktürün Türkiye'deki temsilcisi ve uygulayıcısı oldu. Bu dönemde kentleşmiş kitleler giderek para manipülasyonu ile daha fazla haşır neşir oldular. Yeni sosyal formasyonun üst katmanlarının para harcama kalıpları, kent içerisinde yeni tür para harcama ve gösterişçi tüketim kalıpları doğurdu. Türk metropollerinin yeni üst tabakasını oluşturan kesim, sosyal plandaki ifadesini oluşan zengin ortamın modern ve seküler, rekreasyonel v.b. tüketim kalıplarını tüketmeleri sosyal aşamalarının bir tescili olarak gerekli hale geldi. Bu tür harcamaları yapabilmek ise 1980'lerin Türkiye'sinin 'krema' tabakasına erişmiş kişilerin iş organizasyonu içerisinde kendi işlerinin patronu ya da büyük sermaye gruplarının yöneticisi olmaları koşulunu gerekli kıldı.
Dolayısı ile 1980'lerin Türk Metropollerinde toplum içinde başarı sağlayan grupları iki değişik kategori altında sınıflamak gerekmektedir. Birinci kategoride batı metropollerine bağlı olup, seküler değer sistemine bağlı olan unsurlar yer almaktadır. Ikinci grupta ise 1970 sonrasının soğuk savaş mantığı içerisinde 3. Dünya ülkelerinde oluşturulan tutucu akımları temsil eden ve fakat esas olarak son tahlilde yine metropol ülkelerin soğuk savaş stratejileri paralelinde üstyapısal söylem geliştiren gruplar yer almaktadır. Bu grupların sosyal pratik içerisindeki temel ayırdedici kıstaslarından en anlamlı olanı kadınlar ile ilgili tutumlarıdır.
Siyasal İslam'da kadının, iş organizasyonunda bir standarda oturması üzerinde bilinçli olarak durulmamaktadır. Klasik modernleşmede kadının sosyal açıdan anlamlı bir hayat seviyesine, iş organizasyonunda belirli bir noktaya ulaşması söz konusudur. Oysa, siyasal İslam'da durum farklıdır. Kadının sadece ev içindeki lüksüne ağırlık verilmektedir.
Kentlerde siyasal Islamın gelişmesini destekleyen bir başka unsur enformel sektörün varlığı olmuştur. Enformel sektör aile ölçeğinde üretimi gündeme getirdiği için baba otoritesini mümkün kılar. Bu kalıp, tutucu akımların gelişmesini destekleyici bir rol oynar. Ancak, aile çözülürken, baba otoritesi de azalmaktadır. Çünkü ev içindeki üretim ve tüketim düzeninde -orta sınıflaşma sürecinde- baba, artık eskisi gibi hakim değildir. Bu, ister istemez, daha seküler bir gelişmeye yol açmaktadır. Aynı şekilde sanayi banliyölerinin kentle birleşmeleri, ev içindeki insanların ev dışı faaliyetlere yönelmeleri, baba otoritesinin azalmasına ve ailenin başka düzeyde örgütlenmesine yol açan faktörlerdir.
Örneğin en tutucu partilerde bile başını bağlayarak politika yapan kadınların seçtikleri yolun aslında, kapalı ev ve aile dünyasını delmeye yönelik bir 'tampon mekanizma' olduğu söylenebilir. Yine tarikatlar içerisinde üretilen güç dengeleri yakından incelendiğinde, tarikat liderlerinin kız evlatlarının, damat yolu ile kontrol ve liderliklerini sürdürdükleri görülmektedir.
Kent içindeki alt yapılanmaların bir diğer bölümünü oluşturan etnik kimlikli gruplaşmalar, bir yandan enformatik devrim ve iletişim alanındaki gelişmelerin uluslarüstü boyuta ulaşması, aynı biçimde geleneksel kategoride, dinsel akımların da uluslarüstü nitelik kazanmalarından ötürü, her ne kadar bazı uluslarası jeopolitik desteklere sahip iseler de, ancak bu diğer iki unsurun etki alanlarının çizdikleri sınırlar dışında başarı olanağına sahiptirler. Dinsel-geleneksel ve modern-seküler akımların enformatik devrim ortamında edinebildikleri yeni tür kentsel ortak ifade paydaları giderek kentsel-uluslararası ortamlarda daha fazla etkili olmaktadır. Dolayısı ile etnik oluşumların kent içindeki örgütlenmeri ancak jeopolitik koşullara bağlı olarak var olabilecek, ama yukarıda sıralanan unsurlarla da kısıtlı kalacaktır.
Sonuç olarak, bir şehrin gelişmesini farklılaşma, uzmanlaşma ve örgütleşme boyutları içerisinde incelemek gerekir. modernleşen metropol içerisinde, bir yandan yukarıda değinilen tutucu akımlar ve bunların kent içinde örgütlenmeleri, öte yandan ulaslararası sermayenin ve bu sermayenin metropoller üzerindeki etkisinin küreselleşmesinden ötürü gelişen ticari ve sınai grupların orta katmanları etkileyebilme güçleri, gelişen yeni toplumsal muhalefet biçimlerinin oluşturacakları söylemlerin bulabilecekleri destekler, yeni ve değişen kentin parametrelerini oluşturacaktır.
15 Ekim 2007 Pazartesi
Nitelikli Emeğin Olası Güçbirliği - 2007
Nitelikli Emeğin Güçbirliği
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Danışma Kurulu
Yeni Anayasa Taslağı ve TMMOB Yasası ile ilgili Görüş
19.10 2007
RAŞİT GÖKÇELİ- Bu açıklamalardan anlayacağınız üzere, çok yakında, Türk Mühendis Mimar Odaları Birliğinin statüsü değişebilir, şu anda odaların elinde bulunan (Anayasa md 135; 7303 sayılı TMMOB yasası ) yasal yetkiler ellerinden alınabilir.
TMMOB’ye şöyle bir öneri getirilebilir diye düşünüyorum: Muhtemel anayasal değişiklik karşısında, emeği savunabilecek olan, nitelikli emeği savunabilecek olan, bizim gibi kuruluşların üyelerinin özelliğini oluşturan, nitelikli emeği savunabilecek olan ne gibi çalışmalar yapılabilir? Bence, bunun üzerinde çok ciddi olarak düşünmenin sırası geldi.
Bu ne tür bir çalışma olabilir? Eskiden kalan bir Tüm Teknik Elemanlar Derneği macerası var. Teknik Elemanlar Derneği deneyi tabii tekrar aynı biçimde tekrarlanamaz. Yani şimdi anayasal değişiklikler ışığında, çalışanların haklarında, mesleğini uygulayan insanlar hakkında çok büyük bir geriye gidiş söz konusu. “Buna ilişkin neler yapabiliriz?” diye bir çerçeve çizmek lazım.
Bu birinci aks.
Tabii bu, Teknik Elemanlar Sendikasından da daha ötede, nitelikli emeğin çeşitli unsurlarını birleştirecek olan bir örgütlenme biçimi üzerinde düşünmek gerekecektir. Sendika mı olur, başka bir örgütlenme biçimi mi olur, düprdüz bir düşünce kuruluşu mu olur ? bilemiyorum; ama bu istikamette ciddi bir çalışma grubu oluşturmak lazım diye düşünüyorum.
İkinci önerim daha pragmatik bir öneri.
Hukuki mevzuatımızda meslek birlikleriyle ilgili yasalar var. Meslek birlikleriyle ilgili, mevcut TMMOB olarak ne tür çalışmalarımız olabilir?
Bazı meslek birlikleri oluşturmayı, yani bir strateji olarak geliştirebilir miyiz? Bunu düşünmemiz gerekiyor, konu ile ilgili bir çalışma grubunun oluşturulması gerekiyor.
Bu düşünceyi somutlarken mesleki sorumluluk sigortasıyla ilgili yaşanacak olan maceralar gelmekte aklıma. Mesleki sorumluluk sigortasıyla ilgili olarak, meslek odaları veya meslek odaları bu alanda gerekli çalışmaları yapamıyorsa, onların kuracakları, onların destekleyeceği bazı kuruluşların ne tür çabalar sarf edebileceğini düşünmemiz lazım. Bu çabaları gerçekleştirmekte geç kaldık.
Oysa TMMOB yasasında, Oda tüzüğümüzde, yönetmeliğimizde, mevcut olan iştiraklerle ilgili maddeleri çalıştırmadık, bu konuda tembellik ettik ve geride kaldık. Bu durumun sonuçlarını yaşıyoruz şu anda. Değerlendirme uzmanları bir meslek grubu oluşturdu Türkiye'de, mimarların söz konusu alanda hiçbir etkinliği yok; süreçte geri kaldılar. Aynı şekilde, buna benzer başka alanlarda bilirkişilik olsun, iş güvenliği konularında olsun, yapılmış hiçbir çalışma yok.
Şu aşamada benim söyleyeceklerim bunlar. Teşekkür ederim.
2. söz alış
RAŞİT GÖKÇELİ- Ben şöyle düşünüyorum: Ben AK Partinin yerinde olsam, Anayasa değişikliği gibi bir meseleye girmezdim. Çünkü zaten yeterli çoğunluğum var, yasaları paketler halinde çıkartırım. Demek ki, AK Parti, dış güçlere ve iç güçlere verdiği sözler dolayısıyla, belki de içinden çıkamayacağı bir maceraya da girmiş olabilir. Dolayısıyla, çok örgütlü bir toplumsal karşı çıkışla bu anayasa maceralarını da sekteye uğratabilir. Bu bakımdan, Mehmet Ali’nin ve diğer arkadaşların yaptığı konuşmalara dikkat edelim ve geniş bir birliktelik kurmaya çalışalım. Ama öte yandan, Fevzi’nin yaptığı o teknik konuşmaya teşekkür ettikten sonra bir şeyin altını çizmek istiyorum. Anayasa değişikliği olsa da, olmasa da, biz çalışanlar olarak, Mimarlar Odası olarak, nitelikli emek olarak, artık daha değişik koşullara hazırlıklı olmalıyız; hem dünyada, hem Türkiye'de. Bu açıdan da, TMMOB’yi de bu istikamette düşünmeye teşvik etmeliyiz, nitelikli emeğin bütün kesimlerini nasıl bir arada örgütleyeceğimiz konusunda çaba sarf etmeliyiz.
Teşekkür ederim.
3. söz alış
RAŞİT GÖKÇELİ- Fevzi’nin dediğini ben şöyle anladım: Yeni çıkacak olan Anayasada askerin de çok önemli bir rolü olacak; yani AK Parti’nin iddia ettiği gibi, askerin gücü silinemeyecek.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Danışma Kurulu
Yeni Anayasa Taslağı ve TMMOB Yasası ile ilgili Görüş
19.10 2007
RAŞİT GÖKÇELİ- Bu açıklamalardan anlayacağınız üzere, çok yakında, Türk Mühendis Mimar Odaları Birliğinin statüsü değişebilir, şu anda odaların elinde bulunan (Anayasa md 135; 7303 sayılı TMMOB yasası ) yasal yetkiler ellerinden alınabilir.
TMMOB’ye şöyle bir öneri getirilebilir diye düşünüyorum: Muhtemel anayasal değişiklik karşısında, emeği savunabilecek olan, nitelikli emeği savunabilecek olan, bizim gibi kuruluşların üyelerinin özelliğini oluşturan, nitelikli emeği savunabilecek olan ne gibi çalışmalar yapılabilir? Bence, bunun üzerinde çok ciddi olarak düşünmenin sırası geldi.
Bu ne tür bir çalışma olabilir? Eskiden kalan bir Tüm Teknik Elemanlar Derneği macerası var. Teknik Elemanlar Derneği deneyi tabii tekrar aynı biçimde tekrarlanamaz. Yani şimdi anayasal değişiklikler ışığında, çalışanların haklarında, mesleğini uygulayan insanlar hakkında çok büyük bir geriye gidiş söz konusu. “Buna ilişkin neler yapabiliriz?” diye bir çerçeve çizmek lazım.
Bu birinci aks.
Tabii bu, Teknik Elemanlar Sendikasından da daha ötede, nitelikli emeğin çeşitli unsurlarını birleştirecek olan bir örgütlenme biçimi üzerinde düşünmek gerekecektir. Sendika mı olur, başka bir örgütlenme biçimi mi olur, düprdüz bir düşünce kuruluşu mu olur ? bilemiyorum; ama bu istikamette ciddi bir çalışma grubu oluşturmak lazım diye düşünüyorum.
İkinci önerim daha pragmatik bir öneri.
Hukuki mevzuatımızda meslek birlikleriyle ilgili yasalar var. Meslek birlikleriyle ilgili, mevcut TMMOB olarak ne tür çalışmalarımız olabilir?
Bazı meslek birlikleri oluşturmayı, yani bir strateji olarak geliştirebilir miyiz? Bunu düşünmemiz gerekiyor, konu ile ilgili bir çalışma grubunun oluşturulması gerekiyor.
Bu düşünceyi somutlarken mesleki sorumluluk sigortasıyla ilgili yaşanacak olan maceralar gelmekte aklıma. Mesleki sorumluluk sigortasıyla ilgili olarak, meslek odaları veya meslek odaları bu alanda gerekli çalışmaları yapamıyorsa, onların kuracakları, onların destekleyeceği bazı kuruluşların ne tür çabalar sarf edebileceğini düşünmemiz lazım. Bu çabaları gerçekleştirmekte geç kaldık.
Oysa TMMOB yasasında, Oda tüzüğümüzde, yönetmeliğimizde, mevcut olan iştiraklerle ilgili maddeleri çalıştırmadık, bu konuda tembellik ettik ve geride kaldık. Bu durumun sonuçlarını yaşıyoruz şu anda. Değerlendirme uzmanları bir meslek grubu oluşturdu Türkiye'de, mimarların söz konusu alanda hiçbir etkinliği yok; süreçte geri kaldılar. Aynı şekilde, buna benzer başka alanlarda bilirkişilik olsun, iş güvenliği konularında olsun, yapılmış hiçbir çalışma yok.
Şu aşamada benim söyleyeceklerim bunlar. Teşekkür ederim.
2. söz alış
RAŞİT GÖKÇELİ- Ben şöyle düşünüyorum: Ben AK Partinin yerinde olsam, Anayasa değişikliği gibi bir meseleye girmezdim. Çünkü zaten yeterli çoğunluğum var, yasaları paketler halinde çıkartırım. Demek ki, AK Parti, dış güçlere ve iç güçlere verdiği sözler dolayısıyla, belki de içinden çıkamayacağı bir maceraya da girmiş olabilir. Dolayısıyla, çok örgütlü bir toplumsal karşı çıkışla bu anayasa maceralarını da sekteye uğratabilir. Bu bakımdan, Mehmet Ali’nin ve diğer arkadaşların yaptığı konuşmalara dikkat edelim ve geniş bir birliktelik kurmaya çalışalım. Ama öte yandan, Fevzi’nin yaptığı o teknik konuşmaya teşekkür ettikten sonra bir şeyin altını çizmek istiyorum. Anayasa değişikliği olsa da, olmasa da, biz çalışanlar olarak, Mimarlar Odası olarak, nitelikli emek olarak, artık daha değişik koşullara hazırlıklı olmalıyız; hem dünyada, hem Türkiye'de. Bu açıdan da, TMMOB’yi de bu istikamette düşünmeye teşvik etmeliyiz, nitelikli emeğin bütün kesimlerini nasıl bir arada örgütleyeceğimiz konusunda çaba sarf etmeliyiz.
Teşekkür ederim.
3. söz alış
RAŞİT GÖKÇELİ- Fevzi’nin dediğini ben şöyle anladım: Yeni çıkacak olan Anayasada askerin de çok önemli bir rolü olacak; yani AK Parti’nin iddia ettiği gibi, askerin gücü silinemeyecek.
14 Ekim 2007 Pazar
Seferi Surfiddin Efendi’nin Edebiyat Siteleri Serencamı – 39
Seferi Surfiddin Efendi’nin
Edebiyat Siteleri Serencamı – 39
Raşit Gökçeli
Haziran 2006
Bu sütunda internet gezintilerinde (surf) rastgeldiğim, sevdiğim ve edebiyat severlerle paylaşmaktan kendimi alıkoyamadığım edebiyat sitelerinden söz etmeyi sürdürüyorum.
Bu sütun zaman içinde kendine çeki düzen verecektir. “Kervan yolda düzelir” ! Kusur edersem affola.
Fikri Haklar Yasası ve Fransa Örneği:
Fransa’da millet meclisine sunulan fikri haklar ile ilgili yasa taslağı kamuoyunda önemli tartışmalara yol açmış bulunuyor.
http://www.assemblee-nationale.fr/12/dossiers/031206.asp
Fransız meclisine sunulan yasa tasarısı Avrupa Birliği Asamble’sinin 2001/29/CE numaralı ve 22 mayıs 2001 tarihli direktifine, OMPI yani Fikri Mülkiyet Uluslararası Örgütü’nün 20 Aralık 1996 tarihli anlaşmasına referanslıdır.
Yasa tasarısı Fransız hukukunda telif yani yazar haklarına iki yeni unsur katmaktadır. Bunlar özürlülerin kullanımı ile ilgili olarak telif haklarına getirilen sınırlamalar ile internet yoluyla ve benzeri sayısal teknikler kullanılarak ve sınırlı bir biçimde kullanılacak yaratılan teknik kopyalar için getirilen sınırlamalardır.
Bununla birlikte çoğaltma teknikleri bazı durumlarda “korsan çoğaltma”; “izinsiz kullanım” (contrefaçon) kapsamına sokulmaktadır.
Tartışma bu alanda yoğunlaşmakta özgürlüklerin sınırlandığı iddia edilmektedir.
Rönesans ile şekillenen on sekizinci yüzyıl ile doruğa çıkmaya yüz tutan modernizm yirminci yüzyılın ortalarına kadar hatta 1968 olaylarına kadar dünyayı etkisi altına aldı. Modernizmin etkileri arasında sanatın bir eleştiri, özerklik siyaset belki de muhalefet odağı olarak belirmesi beraberinde sanatı, sanatçıyı anonimlikten sıyırıp kişisellik ve özgünlük boyutu içerisinde algılamamıza neden oldu. Küreselleşen ve giderek çokuluslu şirketlerin egemenliğine giren Post Modern dünya ise sanatçının modernite içerisindeki saltanatını yeniden bir çeşit vesayet içerisine alarak sanatçıyı bir çeşit sanat pazarının dişlileri arasında “ehlileştirmeye” başladı.
Artık post modern dünya, küreselleşen dünya, sanat eserinin kendi özerk, özgün, muhalif niteliğinden çok egemen ideolojinin sunmaya çalıştığı “tarihsel arka plan” ile uyumluluğu ve daha da ilginci “borsa değeri” ile ilgilenmekte.
Sanat eseri bir “marka” olarak “pazar değeri” kazanma potansiyeli taşıdığı kadarı ile giderek tröstleşen bir sanat bienalleri ağında yeniden özgünlüğünü, özerkliğini kaybetmekte, sanatçı “birey”den “anonim”liğe on beş dakikalık şöhret girdapları içerisinde yitip giderek yarı tanrılıktan sıradan ölümlülüğe doğru kaymakta.
Yirminci yüzyılın “dinozorları” sıra ile bu dünyadan göçüp giderken değişik bir sanat anlayışı, beraberinde değişik bir sanatçı tipini ve belki de en ilginci değişik bir “fikri haklar” anlayışını getirmekte.
Artık “fikri haklar”ın ne ifade ettiği kişinin kendine özgü hukuku optiği içerisinde değil, çok uluslu şirketin “corporation” egemenlik perspektifinden, sanatın “meta” olarak piyasa değerinden bakılarak yorumlanmakta.
Teknolojik olanakların (sibernetik) her türlü yayma (diffusion) tekniğini olanaklı kıldığı bir dünyada sanatçı da adeta bir taylorist zincirdeki ögelerden biri durumuna düşmekte. Esnek üretim teknikleri ise sanatçıyı da herhangi bir nitelikli emek erbabı gibi iğreti (precarious) bir konuma düşürmekte.
Bu durumda şimdiye kadar kişinin en kutsal haklarından sayılan bilme öğrenme hakları, kişinin (telif) gibi yaratıcılığa değgin hakları yeni düzende nasıl ele alınacaktır ?
İşte sorun budur.
Konuyu birkaç yazı boyunca sürdürmeyi düşünmekteyim.
Mart ayında (surf 36) fikri haklar bahanesi altında iletişim özgürlüğüne indirilmeye çalışılan darbelerden ve Fransız parlamentosunda tartışılmakta olan telif hakları yasası’ndan söz etmiştim.
“Kişisel İnternet kullanıcıları potansiyel cani mi ? Kişiye özel çoğaltma hakkı tehlikede mi ?” başlığı altında, http://eucd.info/155.shtml şunları yazmıştım:
Bill Gates 2005 ocağındaki bir söyleşisinde "ahir zaman komünistleri bilgisayar-yazılım yapımcıları, müzisyen ve filim yapıcılarına tanınan maddi hakları , teşvikleri ortadan kaldırmanın peşinde" buyurdu. Öte yandan ABD’de Vivendi Universal yasasının genişletilmesine ilişkin yasa önerisi http://static.public-knowledge.org/pdf/HR-4569_DTCS-Analog-Hole.pdf ve 2001/29/CE sayılı Avrupa direktifi arkasından da Fransada DADVSI (Bilişim ToplumundaYazar Hakları/Fikri Haklar ve Komşu Haklar) adı ile anılan bir yasa tasarısının Fransız Parlamentosuna sunulması internet kullanıcıları, kamu inisyatifleri, arşivci, kütüphaneci ve benzeri grupları yasanın geçirilmemesi için bir kampanya etrafında birleştirdi.
http://eucd.info inisyatifi fikri haklar ile birlikte temel haklardan olan kişinin araştırma hakkı, eğitim, eleştiri, özürlülerin bilgiye erişim hakkı gibi ilkeler uğruna mücadele başlattı. Öte yandan izinsiz çoğaltmalara karşı alınan (MTP) teknik koruma önlemleri Digital Rights Management (DRM) teknikleri ile serbest yazılımların ve bilgisayarları ve kullanıcılarını suçlu duruma düşürecek bu yasalar ile birleştiğinde Orwellvari bir dünyanın eşiğine adım atmış olacağız.
Bazı tanımları açıklamaya başlayarak konu üzerinde durmaya başlayalım.
http://www.liberation.fr/page.php?Article=344716
MP3
Bir sıkıştırma formatı. Bir şarkıyı, sesi, muzik parçasını stok etmeye yarar. MP3 formatı sesin bilişim ağları üzerindeki iletişimini olanaklı kılar. Benzer formatlar ( Microsoft’un Windows media’sı, AAC (Dolby), Ogg, Flac) mevcut. Bu yolla elde edilen veriler CD (compact disc) kalitesindedir.
divX
Video için sıkıştırma formatı. Filmlerin internet yoluyla iletilmesi amacıyla kullanılmakta.
P2P
Peer-to-peer internet kullanıcılarının hard disklerindeki dosyaları birbirlerine iletebilmelerini sağlayan teknoloji. Böylelikle müzik, film, metin, program dosyaları sirkülasyona tabi tutulabilmekte. P2P teknolojisi tamamen yasal olup, “Creative Commons” lisansı altında her turlu, müzik, data, progam, film dosyaları serbestçe dolaşıma tabi olabilmektedir. SKPE telefon sistemi de bu P2P özelliğinden yararlanmaktadır.
Hukuki terimler arasında
Özel Kopya
Bir şarkının, filmin kaydedilmesi, bir CD’nin kopyalanması, bir kitaptan fotokopi alınması tamamen yasal olup, telif haklarından istisna edilmiş edimlerdir. Bunun tek koşulu kopyalananın kişinin özel kullanımı ile sınırlı tutulmasıdır. Fransa’da 1957 yılında özel çoğalma ile ilişkin düzenlemelere 1985 yılında kopyalamak için kullanılan teknolojilerin ya da aletlerin fiyatlarına yansıtılan ve fikri hak sahiplerine geri döndürülen bir sistem eklenmiştir. Ancak çoğaltma ve yayma teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, zaman içerisinde telif hakları sahip ve kuruluşlarını endişelendirmiştir. Bu sonuncular çoğaltma , yayma sistemlerinin giderek bir çeşit “fikri haklar” korsanlığına dönüştüğünü ve bu duruma bir son vermek gerektiğini kampanyalarla ifade etmişlerdir. Özellikle internetin, sayısal teknolojilerin ulaştığı aşamalar böylesi talepleri tetiklemiştir.
Komşu Haklar
Eser sahipleri dışında onlarınki kadar uzun süreli ve tanımlı olmamakla birlikte, yorumcu sanatçılar, prodüktörler, eserin alenileşmesinden itibaren 50 yıllık süreye tabi “komşu haklar” adı altında ifade edilen bir çeşit fikri haklara sahiptirler.
Yaratıcı Kamusallık (Creative Commons)
Yaratıcı kamusallık şeklinde çevirebileceğim (creative commons) bu sistemde eser sahibi bir lisansa sistematiği içerisinde eserinin fikri haklarını bir ölçüde yumuşatmaktadır. (Esnek kontratlar). Bu sistemi tercih edenler Lisansın niteliğine göre (CC lisansı) eserin ücretsiz kopyalanmasını, ticari amaçlar dışında kullanımını kamuya açmaktadır.
bkz. http://fr.creativecommons.org/ http://creativecommons.org/
Global Lisans
Zaman içerisinde telif konsepti teknolojilerin gelişmesine koşut olarak gelişmektedir. Bir yandan eser sahipleri ile onları temsil eden kuruluşlar bir yandan da tüketici örgütleri ortak girişimler sonucunda internet yoluyla eserlerin ticari olmayan yayımı ile ilgili bazı ilkeleri geliştirmeyi düşündüler. Fransız Tüketiciler Birliği (UFC), “Que Choisir”, Confédération du logement et du cadre de vie” gibi tüketici örgütleri ile “Adami”, “Spedidam”, “Alliance public-artiste” “Sanatçı, İzleyici Birliği’ni bu amaçla kurdular. P2P, e-posta, msn tipinde altyapı ağları ile yayımı yapılan eserlerin yasallaşması, buna karşın hak sahiplerince düşük ücretli telif karşılıkları elde edilmesi ilkesine dayanan çözümler ürettiler. ABD’de de fikri haklar hakları uzmanı Pofesör William Fisher de benzeri çözümler önermektedir.
Sayısal Hakların Düzenlenmesi ve Korunmaya İlişkin Teknik Önlemler / Digital Rights Management ; Mesures Techiques de Protection
Fransız Milli Meclisi’nde görüşülmekte olan yasa tasarısı, korunmaya ilişkin teknik önlemleri esas olarak almakta. Yasaya göre söz konusu önlemleri gidermek veri ya da kilitleri kırmak korsanlık olarak kabul edilmektedir. Bu önlemlerin en gelişkinleri DRM (digital rights management / sayısal hakların düzenlenmesi olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu kilitler kopyalamayı sınırlamakta kopyalamanın izin verilmeyen bilgisayarlarda yapılmasını engellemektedir. Müzik ve enformatik sanayi bu teknikleri kullanmakta uyumlu donanım pazarlaması yapmaktadır. Ancak kullanılan koruma tekniklerinin üreticiler açısından olumsuz tarafları da bulunmaktadır. Bunlar, değişik teknolojilerin birbirleri ile uyumlu olmamaları, dolayısıyla tüketicilerin mağdur olmaları, kullanılan koruma tekniklerinin kişiye özgü bilgilerin uzaktan erişimine olanak vermesi dolayısıyla özel hayatın dokunulmazlığını tehdit altına almasıdır.
Fikri Haklar ile ilgili Tartışmalar
Fransız sosyalist milletvekili Christian Paul, fikri haklar ile ilgili olarak her devirde, her teknolojik değişim sonrasında fikri hakların kültüre ulaşımın modern yöntemlerine uyum sağlamayı başarabildiğini iddia etmekte.
Ancak söz konusu milletvekilinin bir tartışma platformunda internet yoluyla aldığı soru ve verdiği cevaplardan bazılarını konuyu anlamamız için aktarıyorum
Soru:
Yasal olmayan kopyalama neden doğrudan “korsanlık” statüsüne sokulmakta ? “DRM” sistemi kişinin özel hayatının izlenmesi sonucunu yaratmayacak mıdır ? “Korsanlık” kültürel zenginliğin (patrimoine) özel kar amaçlı yağmalanmasıdır. Buna karşın İnternet fikri zenginliklerin en geniş kitleler içerisinde yayılmasına olanak tanımaktadır. Bu biçimi ile internet yoluyla yayılım “korsanlık” statüsüne indirgenemez. Bu uygulama özgürlük ortamının kontrol ve baskı altına alınması sonucunu doğurabilir. Fikri hakların korunması ilkesi adına bazı temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Fransa hukukuna “DRM” teknikleri ile ilgili koruyucu hükümler koyup öte yandan yayılım tekniklerinden bazılarını (kriminalize) suçlayıcı ilkeler koyarsa yanlış bir yola girmiş olmaz mı?
Soru:
Serbest yazılım, işletim kullanıcılarının ve bu tekniklerin durumu ne olacak ?
Yanıt:
Yazılım işletim, sistemleri arasındaki bilgi alışverişini kısıtlayacak yöntemlerin karşısında olacağız. Mecliste (interopérabilité) ilkesini savunacağız.
Soru:
Global lisanı savunmaktasınız, bu tutum Fransız sinemasının finansmanını baltalamaz mı?
Yanıt:
Müzik için teknik ve hukuki çözümler bence mevcut. Sinema ve odyovizuel için konu daha çetrefil. Ancak teknolojik gelişme o safhaya ulaştı ki günde dolaşan yüz binlerce sayısal dosya mevcut iken bu konuyu göremezlikten gelmek olası değil. Tez zamanda yayım ve telif haklarının hakça uygulanmasını sağlayacak yeni modeller geliştirmek zorundayız. Sinema alanı da buna dahildir.
Soru:
Özel kopya hakkı korunabilir mi?
Yanıt:
Özel kopya hakkının korunması olmazsa olmaz koşuldur. Bu temel hakkın tehdit altında bulunduğu doğrudur. Sosyalist parti olarak hem kişisel kopya hakkını savunacağız hem özel kişilerin müzik ve benzeri eserlere ulaşmalarını sağlayacak bir “global lisans” alternatifini oluşturmaya gayret edeceğiz.
Son Gelişme
Fransız senatosu 164 e karşı 128 oyla oldukça muhafazakar bir yasa tasarısını onayladı. Uygulamada ne denli başarılı olacağı kuşku uyandıran yasa, belli bir ölçüde eserlerin kişisel kopyalanması sürecini zorlaştırmakta. DRM sayısal hakların yönetimi, teknik koruma önlemleri gibi sayısal dosyaların şifrelerle korunma yöntemleri yasa ile olanaklı kılınıyor. Yasaya muhalefet karşı oy kullandı, merkeze bağlı milletvekilleri ise tarafsız kaldılar. Yasa metni karma komisyonda bir kez daha ele alınacak. Ancak kamuoyunun ve kültür çevrelerinin baskıları bir ölçüde sonuç verdi ve yasa değişik işletim sistemleri arasında veri alış verişini olanaklı kılacak “intéropérabilité” ilkesini kabul ederek Microsoft ve Apple firmalarının tekelini kırmaya yönelik uygulamaları benimsedi.
Görülüyor ki eserin, eser sahibinin, sanatın sanatçının toplumsal rollerinin değişmeye yüz tuttuğu post modern sonrası globalleşmiş dünya, hukuku dönüştürür iken, fikri haklar da bu dönüşümden nasibini almakta.
Sanatçı, bu yeni dünyada, özerk, eleştirisel, siyasal muhalif ve özgün kimliğini koruyabilecek mi ? Sanatçının dayanağı olan fikri haklar yeni dünya düzeninde hangi biçimlere bürünecek ?
Devam etmek üzere…
Bu ay gezimi burada bitiriyorum. Sörfünüzün denizi köpüklü olsun.
rasit.gokceli@isbank.net.tr
Edebiyat Siteleri Serencamı – 39
Raşit Gökçeli
Haziran 2006
Bu sütunda internet gezintilerinde (surf) rastgeldiğim, sevdiğim ve edebiyat severlerle paylaşmaktan kendimi alıkoyamadığım edebiyat sitelerinden söz etmeyi sürdürüyorum.
Bu sütun zaman içinde kendine çeki düzen verecektir. “Kervan yolda düzelir” ! Kusur edersem affola.
Fikri Haklar Yasası ve Fransa Örneği:
Fransa’da millet meclisine sunulan fikri haklar ile ilgili yasa taslağı kamuoyunda önemli tartışmalara yol açmış bulunuyor.
http://www.assemblee-nationale.fr/12/dossiers/031206.asp
Fransız meclisine sunulan yasa tasarısı Avrupa Birliği Asamble’sinin 2001/29/CE numaralı ve 22 mayıs 2001 tarihli direktifine, OMPI yani Fikri Mülkiyet Uluslararası Örgütü’nün 20 Aralık 1996 tarihli anlaşmasına referanslıdır.
Yasa tasarısı Fransız hukukunda telif yani yazar haklarına iki yeni unsur katmaktadır. Bunlar özürlülerin kullanımı ile ilgili olarak telif haklarına getirilen sınırlamalar ile internet yoluyla ve benzeri sayısal teknikler kullanılarak ve sınırlı bir biçimde kullanılacak yaratılan teknik kopyalar için getirilen sınırlamalardır.
Bununla birlikte çoğaltma teknikleri bazı durumlarda “korsan çoğaltma”; “izinsiz kullanım” (contrefaçon) kapsamına sokulmaktadır.
Tartışma bu alanda yoğunlaşmakta özgürlüklerin sınırlandığı iddia edilmektedir.
Rönesans ile şekillenen on sekizinci yüzyıl ile doruğa çıkmaya yüz tutan modernizm yirminci yüzyılın ortalarına kadar hatta 1968 olaylarına kadar dünyayı etkisi altına aldı. Modernizmin etkileri arasında sanatın bir eleştiri, özerklik siyaset belki de muhalefet odağı olarak belirmesi beraberinde sanatı, sanatçıyı anonimlikten sıyırıp kişisellik ve özgünlük boyutu içerisinde algılamamıza neden oldu. Küreselleşen ve giderek çokuluslu şirketlerin egemenliğine giren Post Modern dünya ise sanatçının modernite içerisindeki saltanatını yeniden bir çeşit vesayet içerisine alarak sanatçıyı bir çeşit sanat pazarının dişlileri arasında “ehlileştirmeye” başladı.
Artık post modern dünya, küreselleşen dünya, sanat eserinin kendi özerk, özgün, muhalif niteliğinden çok egemen ideolojinin sunmaya çalıştığı “tarihsel arka plan” ile uyumluluğu ve daha da ilginci “borsa değeri” ile ilgilenmekte.
Sanat eseri bir “marka” olarak “pazar değeri” kazanma potansiyeli taşıdığı kadarı ile giderek tröstleşen bir sanat bienalleri ağında yeniden özgünlüğünü, özerkliğini kaybetmekte, sanatçı “birey”den “anonim”liğe on beş dakikalık şöhret girdapları içerisinde yitip giderek yarı tanrılıktan sıradan ölümlülüğe doğru kaymakta.
Yirminci yüzyılın “dinozorları” sıra ile bu dünyadan göçüp giderken değişik bir sanat anlayışı, beraberinde değişik bir sanatçı tipini ve belki de en ilginci değişik bir “fikri haklar” anlayışını getirmekte.
Artık “fikri haklar”ın ne ifade ettiği kişinin kendine özgü hukuku optiği içerisinde değil, çok uluslu şirketin “corporation” egemenlik perspektifinden, sanatın “meta” olarak piyasa değerinden bakılarak yorumlanmakta.
Teknolojik olanakların (sibernetik) her türlü yayma (diffusion) tekniğini olanaklı kıldığı bir dünyada sanatçı da adeta bir taylorist zincirdeki ögelerden biri durumuna düşmekte. Esnek üretim teknikleri ise sanatçıyı da herhangi bir nitelikli emek erbabı gibi iğreti (precarious) bir konuma düşürmekte.
Bu durumda şimdiye kadar kişinin en kutsal haklarından sayılan bilme öğrenme hakları, kişinin (telif) gibi yaratıcılığa değgin hakları yeni düzende nasıl ele alınacaktır ?
İşte sorun budur.
Konuyu birkaç yazı boyunca sürdürmeyi düşünmekteyim.
Mart ayında (surf 36) fikri haklar bahanesi altında iletişim özgürlüğüne indirilmeye çalışılan darbelerden ve Fransız parlamentosunda tartışılmakta olan telif hakları yasası’ndan söz etmiştim.
“Kişisel İnternet kullanıcıları potansiyel cani mi ? Kişiye özel çoğaltma hakkı tehlikede mi ?” başlığı altında, http://eucd.info/155.shtml şunları yazmıştım:
Bill Gates 2005 ocağındaki bir söyleşisinde "ahir zaman komünistleri bilgisayar-yazılım yapımcıları, müzisyen ve filim yapıcılarına tanınan maddi hakları , teşvikleri ortadan kaldırmanın peşinde" buyurdu. Öte yandan ABD’de Vivendi Universal yasasının genişletilmesine ilişkin yasa önerisi http://static.public-knowledge.org/pdf/HR-4569_DTCS-Analog-Hole.pdf ve 2001/29/CE sayılı Avrupa direktifi arkasından da Fransada DADVSI (Bilişim ToplumundaYazar Hakları/Fikri Haklar ve Komşu Haklar) adı ile anılan bir yasa tasarısının Fransız Parlamentosuna sunulması internet kullanıcıları, kamu inisyatifleri, arşivci, kütüphaneci ve benzeri grupları yasanın geçirilmemesi için bir kampanya etrafında birleştirdi.
http://eucd.info inisyatifi fikri haklar ile birlikte temel haklardan olan kişinin araştırma hakkı, eğitim, eleştiri, özürlülerin bilgiye erişim hakkı gibi ilkeler uğruna mücadele başlattı. Öte yandan izinsiz çoğaltmalara karşı alınan (MTP) teknik koruma önlemleri Digital Rights Management (DRM) teknikleri ile serbest yazılımların ve bilgisayarları ve kullanıcılarını suçlu duruma düşürecek bu yasalar ile birleştiğinde Orwellvari bir dünyanın eşiğine adım atmış olacağız.
Bazı tanımları açıklamaya başlayarak konu üzerinde durmaya başlayalım.
http://www.liberation.fr/page.php?Article=344716
MP3
Bir sıkıştırma formatı. Bir şarkıyı, sesi, muzik parçasını stok etmeye yarar. MP3 formatı sesin bilişim ağları üzerindeki iletişimini olanaklı kılar. Benzer formatlar ( Microsoft’un Windows media’sı, AAC (Dolby), Ogg, Flac) mevcut. Bu yolla elde edilen veriler CD (compact disc) kalitesindedir.
divX
Video için sıkıştırma formatı. Filmlerin internet yoluyla iletilmesi amacıyla kullanılmakta.
P2P
Peer-to-peer internet kullanıcılarının hard disklerindeki dosyaları birbirlerine iletebilmelerini sağlayan teknoloji. Böylelikle müzik, film, metin, program dosyaları sirkülasyona tabi tutulabilmekte. P2P teknolojisi tamamen yasal olup, “Creative Commons” lisansı altında her turlu, müzik, data, progam, film dosyaları serbestçe dolaşıma tabi olabilmektedir. SKPE telefon sistemi de bu P2P özelliğinden yararlanmaktadır.
Hukuki terimler arasında
Özel Kopya
Bir şarkının, filmin kaydedilmesi, bir CD’nin kopyalanması, bir kitaptan fotokopi alınması tamamen yasal olup, telif haklarından istisna edilmiş edimlerdir. Bunun tek koşulu kopyalananın kişinin özel kullanımı ile sınırlı tutulmasıdır. Fransa’da 1957 yılında özel çoğalma ile ilişkin düzenlemelere 1985 yılında kopyalamak için kullanılan teknolojilerin ya da aletlerin fiyatlarına yansıtılan ve fikri hak sahiplerine geri döndürülen bir sistem eklenmiştir. Ancak çoğaltma ve yayma teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, zaman içerisinde telif hakları sahip ve kuruluşlarını endişelendirmiştir. Bu sonuncular çoğaltma , yayma sistemlerinin giderek bir çeşit “fikri haklar” korsanlığına dönüştüğünü ve bu duruma bir son vermek gerektiğini kampanyalarla ifade etmişlerdir. Özellikle internetin, sayısal teknolojilerin ulaştığı aşamalar böylesi talepleri tetiklemiştir.
Komşu Haklar
Eser sahipleri dışında onlarınki kadar uzun süreli ve tanımlı olmamakla birlikte, yorumcu sanatçılar, prodüktörler, eserin alenileşmesinden itibaren 50 yıllık süreye tabi “komşu haklar” adı altında ifade edilen bir çeşit fikri haklara sahiptirler.
Yaratıcı Kamusallık (Creative Commons)
Yaratıcı kamusallık şeklinde çevirebileceğim (creative commons) bu sistemde eser sahibi bir lisansa sistematiği içerisinde eserinin fikri haklarını bir ölçüde yumuşatmaktadır. (Esnek kontratlar). Bu sistemi tercih edenler Lisansın niteliğine göre (CC lisansı) eserin ücretsiz kopyalanmasını, ticari amaçlar dışında kullanımını kamuya açmaktadır.
bkz. http://fr.creativecommons.org/ http://creativecommons.org/
Global Lisans
Zaman içerisinde telif konsepti teknolojilerin gelişmesine koşut olarak gelişmektedir. Bir yandan eser sahipleri ile onları temsil eden kuruluşlar bir yandan da tüketici örgütleri ortak girişimler sonucunda internet yoluyla eserlerin ticari olmayan yayımı ile ilgili bazı ilkeleri geliştirmeyi düşündüler. Fransız Tüketiciler Birliği (UFC), “Que Choisir”, Confédération du logement et du cadre de vie” gibi tüketici örgütleri ile “Adami”, “Spedidam”, “Alliance public-artiste” “Sanatçı, İzleyici Birliği’ni bu amaçla kurdular. P2P, e-posta, msn tipinde altyapı ağları ile yayımı yapılan eserlerin yasallaşması, buna karşın hak sahiplerince düşük ücretli telif karşılıkları elde edilmesi ilkesine dayanan çözümler ürettiler. ABD’de de fikri haklar hakları uzmanı Pofesör William Fisher de benzeri çözümler önermektedir.
Sayısal Hakların Düzenlenmesi ve Korunmaya İlişkin Teknik Önlemler / Digital Rights Management ; Mesures Techiques de Protection
Fransız Milli Meclisi’nde görüşülmekte olan yasa tasarısı, korunmaya ilişkin teknik önlemleri esas olarak almakta. Yasaya göre söz konusu önlemleri gidermek veri ya da kilitleri kırmak korsanlık olarak kabul edilmektedir. Bu önlemlerin en gelişkinleri DRM (digital rights management / sayısal hakların düzenlenmesi olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu kilitler kopyalamayı sınırlamakta kopyalamanın izin verilmeyen bilgisayarlarda yapılmasını engellemektedir. Müzik ve enformatik sanayi bu teknikleri kullanmakta uyumlu donanım pazarlaması yapmaktadır. Ancak kullanılan koruma tekniklerinin üreticiler açısından olumsuz tarafları da bulunmaktadır. Bunlar, değişik teknolojilerin birbirleri ile uyumlu olmamaları, dolayısıyla tüketicilerin mağdur olmaları, kullanılan koruma tekniklerinin kişiye özgü bilgilerin uzaktan erişimine olanak vermesi dolayısıyla özel hayatın dokunulmazlığını tehdit altına almasıdır.
Fikri Haklar ile ilgili Tartışmalar
Fransız sosyalist milletvekili Christian Paul, fikri haklar ile ilgili olarak her devirde, her teknolojik değişim sonrasında fikri hakların kültüre ulaşımın modern yöntemlerine uyum sağlamayı başarabildiğini iddia etmekte.
Ancak söz konusu milletvekilinin bir tartışma platformunda internet yoluyla aldığı soru ve verdiği cevaplardan bazılarını konuyu anlamamız için aktarıyorum
Soru:
Yasal olmayan kopyalama neden doğrudan “korsanlık” statüsüne sokulmakta ? “DRM” sistemi kişinin özel hayatının izlenmesi sonucunu yaratmayacak mıdır ? “Korsanlık” kültürel zenginliğin (patrimoine) özel kar amaçlı yağmalanmasıdır. Buna karşın İnternet fikri zenginliklerin en geniş kitleler içerisinde yayılmasına olanak tanımaktadır. Bu biçimi ile internet yoluyla yayılım “korsanlık” statüsüne indirgenemez. Bu uygulama özgürlük ortamının kontrol ve baskı altına alınması sonucunu doğurabilir. Fikri hakların korunması ilkesi adına bazı temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Fransa hukukuna “DRM” teknikleri ile ilgili koruyucu hükümler koyup öte yandan yayılım tekniklerinden bazılarını (kriminalize) suçlayıcı ilkeler koyarsa yanlış bir yola girmiş olmaz mı?
Soru:
Serbest yazılım, işletim kullanıcılarının ve bu tekniklerin durumu ne olacak ?
Yanıt:
Yazılım işletim, sistemleri arasındaki bilgi alışverişini kısıtlayacak yöntemlerin karşısında olacağız. Mecliste (interopérabilité) ilkesini savunacağız.
Soru:
Global lisanı savunmaktasınız, bu tutum Fransız sinemasının finansmanını baltalamaz mı?
Yanıt:
Müzik için teknik ve hukuki çözümler bence mevcut. Sinema ve odyovizuel için konu daha çetrefil. Ancak teknolojik gelişme o safhaya ulaştı ki günde dolaşan yüz binlerce sayısal dosya mevcut iken bu konuyu göremezlikten gelmek olası değil. Tez zamanda yayım ve telif haklarının hakça uygulanmasını sağlayacak yeni modeller geliştirmek zorundayız. Sinema alanı da buna dahildir.
Soru:
Özel kopya hakkı korunabilir mi?
Yanıt:
Özel kopya hakkının korunması olmazsa olmaz koşuldur. Bu temel hakkın tehdit altında bulunduğu doğrudur. Sosyalist parti olarak hem kişisel kopya hakkını savunacağız hem özel kişilerin müzik ve benzeri eserlere ulaşmalarını sağlayacak bir “global lisans” alternatifini oluşturmaya gayret edeceğiz.
Son Gelişme
Fransız senatosu 164 e karşı 128 oyla oldukça muhafazakar bir yasa tasarısını onayladı. Uygulamada ne denli başarılı olacağı kuşku uyandıran yasa, belli bir ölçüde eserlerin kişisel kopyalanması sürecini zorlaştırmakta. DRM sayısal hakların yönetimi, teknik koruma önlemleri gibi sayısal dosyaların şifrelerle korunma yöntemleri yasa ile olanaklı kılınıyor. Yasaya muhalefet karşı oy kullandı, merkeze bağlı milletvekilleri ise tarafsız kaldılar. Yasa metni karma komisyonda bir kez daha ele alınacak. Ancak kamuoyunun ve kültür çevrelerinin baskıları bir ölçüde sonuç verdi ve yasa değişik işletim sistemleri arasında veri alış verişini olanaklı kılacak “intéropérabilité” ilkesini kabul ederek Microsoft ve Apple firmalarının tekelini kırmaya yönelik uygulamaları benimsedi.
Görülüyor ki eserin, eser sahibinin, sanatın sanatçının toplumsal rollerinin değişmeye yüz tuttuğu post modern sonrası globalleşmiş dünya, hukuku dönüştürür iken, fikri haklar da bu dönüşümden nasibini almakta.
Sanatçı, bu yeni dünyada, özerk, eleştirisel, siyasal muhalif ve özgün kimliğini koruyabilecek mi ? Sanatçının dayanağı olan fikri haklar yeni dünya düzeninde hangi biçimlere bürünecek ?
Devam etmek üzere…
Bu ay gezimi burada bitiriyorum. Sörfünüzün denizi köpüklü olsun.
rasit.gokceli@isbank.net.tr
Kamuda Mimarlık Hizmetleri
Kamuda Mimarlık Hizmetleri
Raşit Gökçeli
Haziran 2007
Kamunun yok olması
Bu programa bakınca, işyeri temsilcileriyle ilgili programa bakınca, kamu sektörünün ne durumda olduğunun çok belli olmadığını düşündüm. Nimet’in işaret ettiği çok önemli bir mesele vardı. Mesleğin uygulanma biçimi nitelik değiştiriyor, özellikle kamuda kamu sektörü bildiğimiz eski sektör değil. Artık yönetişim modeline dayalı başka bir örgütlenme biçimi var. Yönetişim biçiminde yasa ile kurulan görünürde birtakım kurumlar var, karar alıcı kurullar var, kamu adı etiketi altında da iş yapan kurumlar var. Bu kurumlarda kamudan bir iki temsilci oluyor bakanlıklardan, fakat esas ağırlık işveren temsilcilerine veriliyor. Yönetişim modelinin temel noktası bu. Dolayısıyla bu yeni durumla nasıl başa çıkacağız? Kamudakilerin eğitimi bizi niye ilgilendiriyor? Biz şimdi sadece sürekli mesleki gelişim uygulayabiliyoruz. “Eğer şu tür bir programı takip etmezseniz, büro tescil belgesi vermeyeceğiz” diyoruz. Ama kamudakileri ne kadar ilgilendiriyor bu durum?
Dolayısıyla, “bu kamudakileri ne kadar ilgilendiriyor?” diye bir soruna geldiğinizde, kamudakileri bence ilgilendiren şey, kamunun kendisinin yok olması. Bölgesel kalkınma ajansları, yerel yönetimlere birtakım yetkiler veriliyor, İhale Kurumdan tutun, başka kurumlara kadar, dünya kadar kurum, bu yönetişim modeline göre örgütleniyor.
Kamu sektörünün yeni yasal durumuna ilişkin bir düşünce oluşturmak lazım. Emre Hocanın dediği gibi, eğitimine mi ağırlık verilecek, yoksa başka konulara mı, özlük konularına mı ağırlık verilecek? Özlük konularına ağırlık verilecek diyorsak, Emre Hocanın söylediği şey yapılmayacak olursa, o zaman tekrar kendi meslek odamız tarihine yönelmemiz lazım. Esaslı bir biçimde politik olarak sorgulamamız gerekiyor bu yönetişim meselesini.
Birgül Ayman Güler Hocanın ele aldığı biçimde “bu yönetişim meselesini, biz “bir sivil toplum kuruluşu muyuz, yoksa bir demokratik kitle örgütü müyüz?” biçiminde bir perspektif içerisinde irdelememiz lazım. Vereceğimiz yanıt eğer biz demokratik kitle örgütü, sivil toplum kuruluşu değiliz ise, o zaman tekrar tarihimize yönelmemiz lazım ve Mimarlar Odası içerisinde yaşanmış olan teknik eleman kurultayları meselesine yeniden retrospektif bir bakış atmamız gerekir.
Teknik eleman kurultayları ne yapabildi ne yapamadı, hangi sonuçları elde etti, hangi sonuçları elde edemedi? Bunlara bakmamız lazım.
Bir diğer mesele de kamuda mimarlık hizmetleri sorununu sadece mimarlarla çözemeyeceğizdir, ancak yan disiplinlerle birlikte çözebileceğimizdir. İster Bölge Kalkınma Ajansı haline dönüşmüş olsun ister düpedüz yönetişim modelli bir ajans olsun, böylesi yapılarda çalışan insanlarla, değişik mühendislik formasyonlarına sahip olan insanlarla karşı karşıya kalacak isek, gerçek durum artık sadece bir başına mimarlarla muhatap olmadığımız şeklindedir.
Dolayısı ile Teknik Eleman Kurultayı tarihine bir göz atıp, meseleyi tekrar tartışmamız gerekecektir. Sorulardan biri şudur: Disiplinler arasındaki birlikteliği yeniden sağlayabilecek miyiz?
Meslek Odasının erozyona uğraması
Sadece bir kamu sektörü ve sadece özel bir sektör yok. Arada teşekkül etmiş olan yönetişim biçimi, bazı organizmalar var. Sadece kamu denilince kurtulamayız veya sadece özel denilince kurtulamayız.
Esas karşılaşacağımız sorunlar bence meslek odasının erozyona uğraması süreci ile ilgilidir. Değerlendirme uzmanları İşyeri uzmanları ve bu gibi birçok alan. Bu alanlardaki insanlar kamu da ya da özel sektörde diye incelenemezler. Bunlarla Odanın rabıtası koptu, ilişkisi koptu.
Artık meslek odası olarak bütün mimarları kapsamıyorsun, müşavirler bir tarafa kaçmış, işyeri güvenliği uzmanları bir tarafa kaçmış, değerlendirme uzmanları bir tarafa kaçmış. Yönetişim tipi organizmalar içerisinde yepyeni birlikler, yepyeni odalar kurulmuş.
Teknik elemanlar kurultayında, çok geniş bir biçimde, klasik teoriye uygun olarak nitelikli teknik eleman, nitelikli çalışanların topyekun birlikteliği gibi klasik bir şemaya yaslanan bir bakış açısı vardı. Oysa günümüzde daha farklı bir hadise var. Bu bizi yeni bir iş organizasyonu değerlendirmesine yöneltmeli. Üzerinde kafa yormamız gereken konu budur.
Kapitalizmin bugünkü vardığı aşamada değişik iş organizasyonu değişik kategoriler ortaya çıkartıyor. Bu kategoriler şimdiye kadar alışageldiğimiz kategoriler değil ve biz bunlara otuz beş sene önceki gibi sadece bir teknik eleman kurultayı yapalım, platform yapalım şeklinde yaklaşamayız.
Disiplinler arası ittifak sorunu ve eğitim
Eğer eğitimi tartışacaksak, bence konu şu: Hem Odanın asli işlevleri ayağının altında kaydı, hem de akademinin işlevleri, akademinin ayağının altından kaymakta. Bir kere bu tespiti yapmak gerek.
İşlevler nasıl kaydı? Diyelim ki, Sermaye Piyasası Kurulu bugün ne yapıyor? Gayrimenkul Değerlendirme Uzmanlığıyla ilgili dört dörtlük eğitim veriyor. Burada yüz tane adam sınava giriyor, dört kişi bu sınavı kazanabiliyor. Bu dört kişinin de içinde mimar var mı, yok mu, o da biraz meçhul. Eskiden mesleğimize ait, bizim diyebildiğimiz bir alan, bilirkişilik alanını kaybettik gitti. Herhalde üniversitelerde de bu konuların dersleri mevcuttu. Yetki oysa artık SPK’da. Üniversitenin alanı kaydı, Mimarlar Odasının alanı kaydı.
Meslek Odası olarak sabah akşam, Danıştaya, İdare Mahkemelerine, dinamik hukuka aykırı, saçma sapan davalar açacağımıza, eğitim ile ilgili meselelerin esaslarını saptayıp, o konularda meslek odası olarak veya akademi olarak ne yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz.
Bizim elimizden geçen elemanları yahut bizim üyemiz olan elemanları bu konularda nasıl forme edebiliriz, nasıl eğitebiliriz, nasıl teknik olarak mücehhez kılabiliriz, yetkili kılabiliriz, yetkin kılabiliriz? Onu tartışmamız lazım. Bence ana problem bu, eğitimi tartışacaksak, bunun tespitini yapıp, bir kere bunların üzerine varmamız lazım.
Bu konuların üzerine de varırken, bizim kimlerle ittifak kuracağımızı tartışmalıyız. Tek başına mimarlar olarak mı mücadele edeceğiz?
“Mimarlar dünyaya bedeldir, mimarlar dışındaki disiplinler mimarlara düşmandır” mantığı yerine, yandaş disiplinleri bir arada, nasıl bir araya getirebiliriz? Onu düşünmeliyiz.
Bütün mühendislik hizmetlerini böylesi bir perspektif içinde nasıl örgütleyebiliriz, ona çaba sarfetmek gerek.
Yapı üretiminde ilişkiler matriksi
Nasıl bir yerden nasıl bir yere gidiyoruz? Eskiden ne vardı? Bir tarafta devlet vardı, bir tarafta yönetici vardı. Yönetici gidiyordu, binayı yapıyordu, devletle de bir şeklide ister köy muhtarı olsun, ister kim olursa olsun işi bitiyordu. Şimdi, iş böyle değil. Bir tarafta meslek birliği olacak, bir tarafta devlet olacak, bir tarafta yürütücü olacak, bir tarafta eğitim olacak. Yani, şöyle bir ilişkiler matriksinin noktalarını, kesişme noktalarını kafamda tasarlamaya çalışıyorum. Bir tarafta da meslek odası ve mesleki sorumluluk sigortası olacak. Meslek Odası, meslek sorumluluğu sigortası, kullanıcının mensup olduğu meslek birliği, kamu yani devlet, eğitim etti mi beş kesişme noktası. Bu beş tane kesişme noktası içerisinde bir acun tasarlayıp sistemi tasarlamanız gerekecek. Örneğin bir ziraat ünitesini, sanayi-ziraat ünitesini nasıl yapacağınız veya serayı nasıl yapacağınız o tür ihtisas binalarını nasıl yapacağınız, bunlara ilişkin sistemi kurmanız da, eğitim meselesinin cevabının öncüllerini oluşturuyor.
Bunlara baktığımız zaman, ne tür eğitim vereceğimize de bir anlamda bakmış oluruz.
O yapının inşaatında görev alacak teknik eleman (mimar?) elli parametrelik bir bilgisayar programını nasıl kullanacağını bilecek, hangi bilgisayar programcısıyla, yazılımcısıyla işbirliği yapmasını gerektiğini bilecek, hangi meslek birliğiyle işbirliği yapması gerektiğini bilecek. O meslek birliğinin devletle veya yerel yönetimle olan ilişkisini bilecek. Bu arada biz Meslek Odası olarak inşaat sürecinin sistematiğini kuramasak bile en azından kavrayacağız. Bizim tek şansımız var, meslek sorumluğu sigortası mekanizmasını işletmek. Ancak o zaman, biz Meslek Odası olarak bir fonksiyon sahibi olabileceğiz. Demin anlattığım o matriks içersinde bu ögelere bakabilirsek, ne âlâ, bakamazsak eski usul yolumuza devam edelim.
Üretici ve tüketici ile ilişki kurma
Eğitimle ilgili program yapacaksak, ben çok somut bir şey söyleyeceğim.
Üretici ve tüketici birlikleriyle temasa geçelim. Örneğin çimento üreticileri, beton üreticileri, çelik üreticileri. Bunlarla öyle bir program yapalım ki, bunların ne tür bir teknik eleman kadrosu tasarladıkları, varsa öyle bir tasarıları, tespit etmeye çalışalım.
Şu ana kadar eğitim kurultaylarında bence somut sektöre pek fazla değinilmedi. Ben bugün bir Çimento Üretici Birliğiysem yahut Çelik Üreticileri Birliğiysem, nasıl bir yani nasıl bir teknik eleman görmek istiyorum? Böyle bir soruyu soralım.
Raşit Gökçeli
Haziran 2007
Kamunun yok olması
Bu programa bakınca, işyeri temsilcileriyle ilgili programa bakınca, kamu sektörünün ne durumda olduğunun çok belli olmadığını düşündüm. Nimet’in işaret ettiği çok önemli bir mesele vardı. Mesleğin uygulanma biçimi nitelik değiştiriyor, özellikle kamuda kamu sektörü bildiğimiz eski sektör değil. Artık yönetişim modeline dayalı başka bir örgütlenme biçimi var. Yönetişim biçiminde yasa ile kurulan görünürde birtakım kurumlar var, karar alıcı kurullar var, kamu adı etiketi altında da iş yapan kurumlar var. Bu kurumlarda kamudan bir iki temsilci oluyor bakanlıklardan, fakat esas ağırlık işveren temsilcilerine veriliyor. Yönetişim modelinin temel noktası bu. Dolayısıyla bu yeni durumla nasıl başa çıkacağız? Kamudakilerin eğitimi bizi niye ilgilendiriyor? Biz şimdi sadece sürekli mesleki gelişim uygulayabiliyoruz. “Eğer şu tür bir programı takip etmezseniz, büro tescil belgesi vermeyeceğiz” diyoruz. Ama kamudakileri ne kadar ilgilendiriyor bu durum?
Dolayısıyla, “bu kamudakileri ne kadar ilgilendiriyor?” diye bir soruna geldiğinizde, kamudakileri bence ilgilendiren şey, kamunun kendisinin yok olması. Bölgesel kalkınma ajansları, yerel yönetimlere birtakım yetkiler veriliyor, İhale Kurumdan tutun, başka kurumlara kadar, dünya kadar kurum, bu yönetişim modeline göre örgütleniyor.
Kamu sektörünün yeni yasal durumuna ilişkin bir düşünce oluşturmak lazım. Emre Hocanın dediği gibi, eğitimine mi ağırlık verilecek, yoksa başka konulara mı, özlük konularına mı ağırlık verilecek? Özlük konularına ağırlık verilecek diyorsak, Emre Hocanın söylediği şey yapılmayacak olursa, o zaman tekrar kendi meslek odamız tarihine yönelmemiz lazım. Esaslı bir biçimde politik olarak sorgulamamız gerekiyor bu yönetişim meselesini.
Birgül Ayman Güler Hocanın ele aldığı biçimde “bu yönetişim meselesini, biz “bir sivil toplum kuruluşu muyuz, yoksa bir demokratik kitle örgütü müyüz?” biçiminde bir perspektif içerisinde irdelememiz lazım. Vereceğimiz yanıt eğer biz demokratik kitle örgütü, sivil toplum kuruluşu değiliz ise, o zaman tekrar tarihimize yönelmemiz lazım ve Mimarlar Odası içerisinde yaşanmış olan teknik eleman kurultayları meselesine yeniden retrospektif bir bakış atmamız gerekir.
Teknik eleman kurultayları ne yapabildi ne yapamadı, hangi sonuçları elde etti, hangi sonuçları elde edemedi? Bunlara bakmamız lazım.
Bir diğer mesele de kamuda mimarlık hizmetleri sorununu sadece mimarlarla çözemeyeceğizdir, ancak yan disiplinlerle birlikte çözebileceğimizdir. İster Bölge Kalkınma Ajansı haline dönüşmüş olsun ister düpedüz yönetişim modelli bir ajans olsun, böylesi yapılarda çalışan insanlarla, değişik mühendislik formasyonlarına sahip olan insanlarla karşı karşıya kalacak isek, gerçek durum artık sadece bir başına mimarlarla muhatap olmadığımız şeklindedir.
Dolayısı ile Teknik Eleman Kurultayı tarihine bir göz atıp, meseleyi tekrar tartışmamız gerekecektir. Sorulardan biri şudur: Disiplinler arasındaki birlikteliği yeniden sağlayabilecek miyiz?
Meslek Odasının erozyona uğraması
Sadece bir kamu sektörü ve sadece özel bir sektör yok. Arada teşekkül etmiş olan yönetişim biçimi, bazı organizmalar var. Sadece kamu denilince kurtulamayız veya sadece özel denilince kurtulamayız.
Esas karşılaşacağımız sorunlar bence meslek odasının erozyona uğraması süreci ile ilgilidir. Değerlendirme uzmanları İşyeri uzmanları ve bu gibi birçok alan. Bu alanlardaki insanlar kamu da ya da özel sektörde diye incelenemezler. Bunlarla Odanın rabıtası koptu, ilişkisi koptu.
Artık meslek odası olarak bütün mimarları kapsamıyorsun, müşavirler bir tarafa kaçmış, işyeri güvenliği uzmanları bir tarafa kaçmış, değerlendirme uzmanları bir tarafa kaçmış. Yönetişim tipi organizmalar içerisinde yepyeni birlikler, yepyeni odalar kurulmuş.
Teknik elemanlar kurultayında, çok geniş bir biçimde, klasik teoriye uygun olarak nitelikli teknik eleman, nitelikli çalışanların topyekun birlikteliği gibi klasik bir şemaya yaslanan bir bakış açısı vardı. Oysa günümüzde daha farklı bir hadise var. Bu bizi yeni bir iş organizasyonu değerlendirmesine yöneltmeli. Üzerinde kafa yormamız gereken konu budur.
Kapitalizmin bugünkü vardığı aşamada değişik iş organizasyonu değişik kategoriler ortaya çıkartıyor. Bu kategoriler şimdiye kadar alışageldiğimiz kategoriler değil ve biz bunlara otuz beş sene önceki gibi sadece bir teknik eleman kurultayı yapalım, platform yapalım şeklinde yaklaşamayız.
Disiplinler arası ittifak sorunu ve eğitim
Eğer eğitimi tartışacaksak, bence konu şu: Hem Odanın asli işlevleri ayağının altında kaydı, hem de akademinin işlevleri, akademinin ayağının altından kaymakta. Bir kere bu tespiti yapmak gerek.
İşlevler nasıl kaydı? Diyelim ki, Sermaye Piyasası Kurulu bugün ne yapıyor? Gayrimenkul Değerlendirme Uzmanlığıyla ilgili dört dörtlük eğitim veriyor. Burada yüz tane adam sınava giriyor, dört kişi bu sınavı kazanabiliyor. Bu dört kişinin de içinde mimar var mı, yok mu, o da biraz meçhul. Eskiden mesleğimize ait, bizim diyebildiğimiz bir alan, bilirkişilik alanını kaybettik gitti. Herhalde üniversitelerde de bu konuların dersleri mevcuttu. Yetki oysa artık SPK’da. Üniversitenin alanı kaydı, Mimarlar Odasının alanı kaydı.
Meslek Odası olarak sabah akşam, Danıştaya, İdare Mahkemelerine, dinamik hukuka aykırı, saçma sapan davalar açacağımıza, eğitim ile ilgili meselelerin esaslarını saptayıp, o konularda meslek odası olarak veya akademi olarak ne yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz.
Bizim elimizden geçen elemanları yahut bizim üyemiz olan elemanları bu konularda nasıl forme edebiliriz, nasıl eğitebiliriz, nasıl teknik olarak mücehhez kılabiliriz, yetkili kılabiliriz, yetkin kılabiliriz? Onu tartışmamız lazım. Bence ana problem bu, eğitimi tartışacaksak, bunun tespitini yapıp, bir kere bunların üzerine varmamız lazım.
Bu konuların üzerine de varırken, bizim kimlerle ittifak kuracağımızı tartışmalıyız. Tek başına mimarlar olarak mı mücadele edeceğiz?
“Mimarlar dünyaya bedeldir, mimarlar dışındaki disiplinler mimarlara düşmandır” mantığı yerine, yandaş disiplinleri bir arada, nasıl bir araya getirebiliriz? Onu düşünmeliyiz.
Bütün mühendislik hizmetlerini böylesi bir perspektif içinde nasıl örgütleyebiliriz, ona çaba sarfetmek gerek.
Yapı üretiminde ilişkiler matriksi
Nasıl bir yerden nasıl bir yere gidiyoruz? Eskiden ne vardı? Bir tarafta devlet vardı, bir tarafta yönetici vardı. Yönetici gidiyordu, binayı yapıyordu, devletle de bir şeklide ister köy muhtarı olsun, ister kim olursa olsun işi bitiyordu. Şimdi, iş böyle değil. Bir tarafta meslek birliği olacak, bir tarafta devlet olacak, bir tarafta yürütücü olacak, bir tarafta eğitim olacak. Yani, şöyle bir ilişkiler matriksinin noktalarını, kesişme noktalarını kafamda tasarlamaya çalışıyorum. Bir tarafta da meslek odası ve mesleki sorumluluk sigortası olacak. Meslek Odası, meslek sorumluluğu sigortası, kullanıcının mensup olduğu meslek birliği, kamu yani devlet, eğitim etti mi beş kesişme noktası. Bu beş tane kesişme noktası içerisinde bir acun tasarlayıp sistemi tasarlamanız gerekecek. Örneğin bir ziraat ünitesini, sanayi-ziraat ünitesini nasıl yapacağınız veya serayı nasıl yapacağınız o tür ihtisas binalarını nasıl yapacağınız, bunlara ilişkin sistemi kurmanız da, eğitim meselesinin cevabının öncüllerini oluşturuyor.
Bunlara baktığımız zaman, ne tür eğitim vereceğimize de bir anlamda bakmış oluruz.
O yapının inşaatında görev alacak teknik eleman (mimar?) elli parametrelik bir bilgisayar programını nasıl kullanacağını bilecek, hangi bilgisayar programcısıyla, yazılımcısıyla işbirliği yapmasını gerektiğini bilecek, hangi meslek birliğiyle işbirliği yapması gerektiğini bilecek. O meslek birliğinin devletle veya yerel yönetimle olan ilişkisini bilecek. Bu arada biz Meslek Odası olarak inşaat sürecinin sistematiğini kuramasak bile en azından kavrayacağız. Bizim tek şansımız var, meslek sorumluğu sigortası mekanizmasını işletmek. Ancak o zaman, biz Meslek Odası olarak bir fonksiyon sahibi olabileceğiz. Demin anlattığım o matriks içersinde bu ögelere bakabilirsek, ne âlâ, bakamazsak eski usul yolumuza devam edelim.
Üretici ve tüketici ile ilişki kurma
Eğitimle ilgili program yapacaksak, ben çok somut bir şey söyleyeceğim.
Üretici ve tüketici birlikleriyle temasa geçelim. Örneğin çimento üreticileri, beton üreticileri, çelik üreticileri. Bunlarla öyle bir program yapalım ki, bunların ne tür bir teknik eleman kadrosu tasarladıkları, varsa öyle bir tasarıları, tespit etmeye çalışalım.
Şu ana kadar eğitim kurultaylarında bence somut sektöre pek fazla değinilmedi. Ben bugün bir Çimento Üretici Birliğiysem yahut Çelik Üreticileri Birliğiysem, nasıl bir yani nasıl bir teknik eleman görmek istiyorum? Böyle bir soruyu soralım.
Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı - Görüş
Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı
İle İlgili Görüş
Raşit Gökçeli
Temmuz 2005
Yasanın İçeriği ve Anlamı
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca hazırlanarak Başbakanlığa gönderilen Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı, “Ulusal ve Uluslararası meslek standartlarını temel alarak teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek, bu yeterlilikleri kazandıracak eğitim kurumların ve programlarını akredite etmek, akreditasyon, denetim, ölçme, değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek suretiyle teknik ve mesleki eğitim ve öğretimin seviyesini yükseltmek ve bunun için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek üzere” tasarlanmış, bu amaçla kurulması düşünülen Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu’nun, Avrupa Topluluğu ile bütünleşme süreci içerisinde önemli bir işlev yürüteceği varsayılmaktadır.
Yasa ayrıca 2005 yılında yürürlüğe giren GATS anlaşmaları ile de yakından ilgilidir. Bilindiği gibi Türkiye, GATS anlaşmaları çerçevesinde yedi temel meslek (içlerinde mimarlık ve tıp da bulunan) ile ilgili düzenlemeler ayrıntılı bir biçimde düzenlemekte iken ayrıca sayıları birkaç yüzü bulan birçok mesleğin ya da teknik disiplinin uluslar arası standartlar ile uyumlu içime getirilmesi yükümlülüğü içerisine girmiştir.
Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu (UMYK) Yasası bu işlevi yerine getirmek üzere tasarlanmış bulunmaktadır.
Bu yasanın yürürlüğe girmesi ile de MEGEP (Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi) ile sürdürülen çalışmalar 30.09.2007 tarihine kadar sürdürülmekle birlikte MEGEP, sorumluluklarını ve kaynaklarını aşamalı olarak UMYK’ya devredecektir. MEGEP’in ise Mili Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda Avrupa Birliği’nin hibe katkıları ile yürütüldüğünü UMYK yasası’nın geçici 2. maddesinden anlamaktayız.
Yasanın Genel Gerekçesinde : “Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile diğer gelişmiş ülkelerdeki mesleki yeterlilik sistemleri incelendiğinde; çalışma hayatı ve eğitim kesimi arasında işlevsel bağın kurulmasında meslek standartları, sınav ve belgelendirme sisteminin önemli bir araç olarak kullanıldığı ve mesleki yeterliliğe ilişkin hizmetlerin ürün standartlarını belirleyen kuruluşlardan ayrık olarak, devlet, işçi, ve işveren kesimlerinin katılımı ile oluşturulan özerk kurumlar tarafından yürütüldüğü görülmektedir.” denilmektedir.
Buradan da görüldüğü üzere Avrupa Birliği ile yürütülen bütünleşme çabaları içerisinde önemli bir yer tutan yönetişim (governance) ilkesi yasanın genel gerekçesi içerisinde açıkça yer almaktadır.
Yine bu noktada yasa genel gerekçesi içerisinde yer alan :
“İngiltere : QCA (Qualifications and Curriculum Authority);
Almanya: BIBB (Federal Institute for Vocational Training);
ABD: NSSB (National Skill Standarts Board);
Japonya: Merkezi İnsan Kaynakları Geliştirme Konseyi
Avustralya: IBW (Institute for Educational Research and Economy;
Fransa : INFFI (Centre pour le development de l’information sur la formation permanante);
Hollanda: COLO (Central Institute for national Vocational Bodies,
Örneklerinin ayrıntılı olarak ileride incelenmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
Yasanın Temel Yapısı
Yasa “özel hukuk hükümlerine tabi olmak üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip ve özel bütçeli” bir kuruluşun yine özel bir kanuna dayalı olarak oluşturulması sistematiği içerisinde ele alınmıştır.
Kurum görev ve yetkileri son derece geniş tutulmuştur.
Bu görev ve yetkiler :
-Mesleki yeterlilik sistemleri ile ilgili her türlü politika, plan, düzenleme
-Meslek standartlarını belirlemek, bu standartları belirleyici kurumları tespit etmek,
-YÖK ile bu alanda her türlü işbirliği yapmak,
-Teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek,
-Ulusal ve mesleki yeterlilikler alanındaki eğitim ve öğretim kurumlarının programlarını akredite etmek veya edecek kurumları belirlemek,
-Yeterliğini belgelendirmek isteyenlerin sınavlarını yapmak, sertifikalarını vermek,
-Sınav ve belgelendirme sistemini yürütmek,
-Türkiye’de çalışmak isteyen yabancıların sahip oldukları mesleki yeterlilik sertifikalarının denkliğini belirlemek ve yurt dışında çalışmak isteyenlerin sertifikalarını onaylamak,
-Ulusal Mesleki Yeterlilik standartlarını dünyadaki ve teknolojideki gelişmelere uygun olarak geliştirmek, yeterlilik standartlarını yükseltmek ve uluslar arası alanda tanınmalarını sağlamak,
-Yaşam boyu öğrenmeyi teşvik emek ve desteklemek,
-Mesleki alan ve sektörler arasındaki yatay ve dikey geçişler için gerekli yeterlilikleri belirlemek,
-Diğer ülkelerdeki benzer kurum ve kuruluşlarla her türlü ilişkide bulunmak,
-Faaliyet alanına giren her türlü çalışmayı yapmak,
olarak belirlenmektedir.
Bu yetki ve görevler eğitim, işgücü planlaması, GATS anlaşmaları dolayısı ile ve Avrupa Topluluğu ile oluşacak ilişkiler çerçevesinde işgücünün dolaşımı, işgücünün mesleki ve teknik kriterlerinin belirlenmesi, her türlü yeterlilik ve akreditasyon kriterlerinin tespiti, sürekli eğitim ve benzeri mesleğimizi ve TMMOB’yi ilgilendiren birçok alanda kurumu birinci derecede yetkili kılmaktadır.,
UMYK’nın yetkilerinin ve bunları uygulama olanaklarının genişliği hakkında fikir sahibi olmak için yasanın beşinci bölümündeki “Gelirler, Giderler Bütçe ve Denetim” maddelerine bakmakta yarar vardır.
Gelirler şöyle sıralanmaktadır:
a-Genel Kurul üyesi kamu kurum ve kuruluşlarının ödeyeceği (a) ve (b) grubu üyelikler için miktarları bütçe kanunu ile belirlenecek aidatlar.
b-Kamu kurum ve kuruluşları dışındaki üyelerin, kamu kurum ve kuruluşları ile aynı miktarda ödeyeceği aidatlar,
c-Kurumun ulusal ve uluslararası düzeyde gerçek ya da tüzel kişilere vereceği hizmetler karşılığında alınacak ücretler,
d-Kurumun, sınav ve belgelendirme çalışmalarında bulunmak üzere onayladığı kurum veya kuruluşlardan alınacak ücretler,
e-Yayın, telif hakları, marka ve lisanslardan alınacak ücretler,
f-Ulusal ve uluslar arası kaynaklardan alınan her türlü yardım ve bağışlar ile diğer gelirler,
g-Kurum gelirlerinin değerlendirilmesinden elde edilen gelirler.
Konunun tam olarak kavranması için UMYK Yönetim Kurulu ile Sektör Komiteleri hakkında da bilgi sahibi olmak gerekmektedir.
Yönetim Kurulu :
a) ve (b) tipi üyelerden oluşmakta olan genel Kurul üyeleri arasından ve (a) grubu üyesi her kurumdan birer temsilci ile (b) grubunda yer alan kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, üyeleri arasından seçeceği iki temsilciden oluşur.
Bu ifade Yönetim Kurulu sekiz tane a tipi üye grubunun on yedi üyesi ile on dokuz adet b tipi üyenin aralarından seçeceği iki üyeden yani on dokuz üyeden oluşacağı izlenimi vermektedir. Bir diğer ihtimal (daha zayıf olanı) ise 17 üye artı 19x2=38 yani 38+17= 55 üye den oluşacağıdır.
A grubu üyeler :
Milli Eğitim Bakanlığı. 2 üye
Çalışma ve sosyal Güvenlik Bakanlığı : 2 üye
Yüksek Öğretim Kurulu : 2 üye
Türkiye İş Kurumu: 1 üye
İşçi Konfederasyonları : 1 üye
İşveren Konfederasyonları: 1 üye
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği: 4 üye
Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konf: 4 üye
Sektör Komiteleri:
Madde 14: “Ulusal meslek standartlarını hazırlamak veya kurum dışında yetkili kurumlara hazırlattırılan (bu ifadede bir yasa metninde bulunması gereken yeterli belirginlik mevcut değil. rg) standartların ulusal meslek standardı olarak kabul edilebilmesi için gerekli incelemeyi yaparak Kurulun onayına sunmak üzere sektör komiteleri kurulur. Sektör komiteleri Bakanlık, (Çalışma Bakanlığı, rg.) Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu, meslekle ilgili diğer bakanlıklar, işçi ve işveren kuruluşları, meslek kuruluşları ve kurumun birer temsilcisinden oluşur.
Buradaki yapı Genel Kurul ile özdeşlik taşımaktadır.
Yasanın Yorumlanması
Yasa önümüzdeki günlerde Türkiye’nin gerek GATS anlaşmaları gerekse Avrupa Birliği müktesebatı ile ilgili yaşanacak olan ve genel anlamda nitelikli işgücünün statüsü, bu işgücünün serbest dolaşımı, nitelikli işgücünün akreditasyonu, sertifikalandırılması, bu amaçla eğitim ve öğretim alanında yer alacak tüm düzenlemeleri curriculumları sınav ve belgelendirme düzenini, sürekli eğitim, ve her türlü meslek grubu ile ilgili değerlendirme ve sicil işlemlerinde meslek kuruluşlarının izleyecekleri yöntemleri
Kısacası nitelikli işgücü ile ve bu işgücünü kullanacak olan sektörler ile ilgili birincil öneme sahip düzenlemeler getirmektedir.
Yasa ilk bakışta YÖK ve ÖSYM’nin yetkilerini kısıtlanması amacını taşıyan kısa, basit politik öngörüler ve amaçlar izlendiği izlenimini doğmakta ise de durumun bundan çok daha kapsamlı bir yeniden yapılanma ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çalışma hayatı ile ilgili ve doğrudan GATS anlaşmalarından, Avrupa Birliği müktesebatından, dahası Küreselleşme ile ilgili fundamental yapısal değişimlerden kaynaklanan yeni bir model önerisi ile karşı karşıya bulunduğumuz gerçektir.
Küreselleşen dünya düzeninde her türlü nitelikli emek artık dünya ölçeğinde geçerli olan ve eşdeğer olan kriterlere bağlanmaktadır.
Bu aşamada sorulacak sorular şunlardır:
-Eğer meslekler çeşitli uluslar arası standartlara göre akredite edilecek ve sertifikalandırılacak ise;
a-Meslek erbabının (nitelikli emeğin) çeşitli ülkelerdeki dolaşım hakkı aynen sermaye ve mal dolaşımında olduğu gibi serbest olacak mıdır?
b-Meslek erbabının (nitelikli emeğin) ücret standardı olacak mıdır? Başka bir deyiş ile deregülasyon ve esnek üretim dolayısı ile yaşanan ülkeler arası ülke içi eşitsizlikler giderilecek midir?
Bu alanda emeğin Avrupa’sı, Küreselleşme hareketleri, “Corporate Watch” gibi küreselleşme hareketlerinin çaba ve önerileri dikkatle izlenmelidir.
Yönetim Kurulu’nun Temsiliyeti ve Sektör Komiteleri ve Klasik ve Teknik Eğitim açısından
Bir yönetişim modeli olarak sunulan UMYK yasasının gerçekte kamusal alanı temsiliyet özelikleri dolayısı ile daralttığı, YÖK ve ÖSYM gibi yılların deneyimi ile faaliyet gösteren kurumların yetki alanına girdiği, yönetmeliklere çok fazla (sektörel komiteler) yasama alanında yer alması gereken temel nitelikte yetkiler transfer ettiği böylelikle yasal normlar hiyerarşi yapısını zedelediği açısından teknik eleştiriye tabi tutulabilir.
Ayrıca sürekli eğitim, mesleklerin özellikleri, nitelikleri, sertifikalandırmaları, akreditasyonları ile ilgili olarak meslek odaları ve üniversitelerin yetki alanını daraltan bir kurumlaşma ile karşı karşıya bulunulduğu, bu kurumda üniversiteler ile meslek odalarının ağırlıkları gereğince temsil edilmediklerini vurgulamak gerekmektedir.
Bunun yanı sıra önümüzdeki dönemde yabancı emeğin ülkemize girişi yerli emeğin yurt dışında iş bulma olanakları açısından gerektiği Avrupa Birliği ve benzeri hukuki oluşumlardan talep edilmesi gereken derogasyonlarla ilgili düzenlemelerin yasa içerisinde açıkça zikredilmelerin de uygun olacağının altı, yasa metni içerisinde net bir biçimde çizilmelidir.
Son söz : Yasanın Model Olma Özelliği
UMYK Yasası ‘nın kanımca en önemli özelliği içeriğinin yanı sıra düzenlenme mantığı ve yapısı ile bir “model yasa” olmasıdır.
UMYK yasası Bakanlıkları, Bürokrasiyi, İşveren, İşçi, Esnaf ve Meslek Örgütleri, Eğitim sektörünü, üretim, finans alanlarındaki sektörleri ve ilgili kurumları karar verici organlarda ve özel bir yasanın şemsiyesi altında ve idari ve mali özerklikle donatarak temsiliyet açısından ileri bir aşamayı şeffaflık açısından olumlu bir ilerlemeyi hayata geçirmekle birlikte tüketici örgütlerinin yapılanmada yer almaması eleştiri konusu olmalı, ayrıca emek ve nitelikli emek kesiminin göreceli zayıf temsiliyeti de eleştirilmelidir.
UMYK yasasının diğer uğraşı alanlarımızda yer alan Stratejik Planlama, Yapı, İmar Planlama, Konut finansmanı yasaları, Kamu İhale Kurumu, Belediyeler, Büyük Kent Belediyeleri, Özel İdareler, Yapı Denetimi, Malzeme standartları, kamu finansmanı ve daha birçok alanda çıkartılmakta olan veya çıkartılmış yasalar sistematiği içerisinde kendisine işlevsel bir alan açan tasarlanışı açısından mevcut devlet yapısı içerisinde yol açtığı değişiklikler açısından (yönetişim modeli) “model” bir hukuk uygulaması olduğunu, gelecekte bu yasanın yapısına benzer başka yasa önerileri ile tanışacağımızı göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
İle İlgili Görüş
Raşit Gökçeli
Temmuz 2005
Yasanın İçeriği ve Anlamı
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca hazırlanarak Başbakanlığa gönderilen Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı, “Ulusal ve Uluslararası meslek standartlarını temel alarak teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek, bu yeterlilikleri kazandıracak eğitim kurumların ve programlarını akredite etmek, akreditasyon, denetim, ölçme, değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek suretiyle teknik ve mesleki eğitim ve öğretimin seviyesini yükseltmek ve bunun için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek üzere” tasarlanmış, bu amaçla kurulması düşünülen Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu’nun, Avrupa Topluluğu ile bütünleşme süreci içerisinde önemli bir işlev yürüteceği varsayılmaktadır.
Yasa ayrıca 2005 yılında yürürlüğe giren GATS anlaşmaları ile de yakından ilgilidir. Bilindiği gibi Türkiye, GATS anlaşmaları çerçevesinde yedi temel meslek (içlerinde mimarlık ve tıp da bulunan) ile ilgili düzenlemeler ayrıntılı bir biçimde düzenlemekte iken ayrıca sayıları birkaç yüzü bulan birçok mesleğin ya da teknik disiplinin uluslar arası standartlar ile uyumlu içime getirilmesi yükümlülüğü içerisine girmiştir.
Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu (UMYK) Yasası bu işlevi yerine getirmek üzere tasarlanmış bulunmaktadır.
Bu yasanın yürürlüğe girmesi ile de MEGEP (Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi) ile sürdürülen çalışmalar 30.09.2007 tarihine kadar sürdürülmekle birlikte MEGEP, sorumluluklarını ve kaynaklarını aşamalı olarak UMYK’ya devredecektir. MEGEP’in ise Mili Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda Avrupa Birliği’nin hibe katkıları ile yürütüldüğünü UMYK yasası’nın geçici 2. maddesinden anlamaktayız.
Yasanın Genel Gerekçesinde : “Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile diğer gelişmiş ülkelerdeki mesleki yeterlilik sistemleri incelendiğinde; çalışma hayatı ve eğitim kesimi arasında işlevsel bağın kurulmasında meslek standartları, sınav ve belgelendirme sisteminin önemli bir araç olarak kullanıldığı ve mesleki yeterliliğe ilişkin hizmetlerin ürün standartlarını belirleyen kuruluşlardan ayrık olarak, devlet, işçi, ve işveren kesimlerinin katılımı ile oluşturulan özerk kurumlar tarafından yürütüldüğü görülmektedir.” denilmektedir.
Buradan da görüldüğü üzere Avrupa Birliği ile yürütülen bütünleşme çabaları içerisinde önemli bir yer tutan yönetişim (governance) ilkesi yasanın genel gerekçesi içerisinde açıkça yer almaktadır.
Yine bu noktada yasa genel gerekçesi içerisinde yer alan :
“İngiltere : QCA (Qualifications and Curriculum Authority);
Almanya: BIBB (Federal Institute for Vocational Training);
ABD: NSSB (National Skill Standarts Board);
Japonya: Merkezi İnsan Kaynakları Geliştirme Konseyi
Avustralya: IBW (Institute for Educational Research and Economy;
Fransa : INFFI (Centre pour le development de l’information sur la formation permanante);
Hollanda: COLO (Central Institute for national Vocational Bodies,
Örneklerinin ayrıntılı olarak ileride incelenmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
Yasanın Temel Yapısı
Yasa “özel hukuk hükümlerine tabi olmak üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip ve özel bütçeli” bir kuruluşun yine özel bir kanuna dayalı olarak oluşturulması sistematiği içerisinde ele alınmıştır.
Kurum görev ve yetkileri son derece geniş tutulmuştur.
Bu görev ve yetkiler :
-Mesleki yeterlilik sistemleri ile ilgili her türlü politika, plan, düzenleme
-Meslek standartlarını belirlemek, bu standartları belirleyici kurumları tespit etmek,
-YÖK ile bu alanda her türlü işbirliği yapmak,
-Teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek,
-Ulusal ve mesleki yeterlilikler alanındaki eğitim ve öğretim kurumlarının programlarını akredite etmek veya edecek kurumları belirlemek,
-Yeterliğini belgelendirmek isteyenlerin sınavlarını yapmak, sertifikalarını vermek,
-Sınav ve belgelendirme sistemini yürütmek,
-Türkiye’de çalışmak isteyen yabancıların sahip oldukları mesleki yeterlilik sertifikalarının denkliğini belirlemek ve yurt dışında çalışmak isteyenlerin sertifikalarını onaylamak,
-Ulusal Mesleki Yeterlilik standartlarını dünyadaki ve teknolojideki gelişmelere uygun olarak geliştirmek, yeterlilik standartlarını yükseltmek ve uluslar arası alanda tanınmalarını sağlamak,
-Yaşam boyu öğrenmeyi teşvik emek ve desteklemek,
-Mesleki alan ve sektörler arasındaki yatay ve dikey geçişler için gerekli yeterlilikleri belirlemek,
-Diğer ülkelerdeki benzer kurum ve kuruluşlarla her türlü ilişkide bulunmak,
-Faaliyet alanına giren her türlü çalışmayı yapmak,
olarak belirlenmektedir.
Bu yetki ve görevler eğitim, işgücü planlaması, GATS anlaşmaları dolayısı ile ve Avrupa Topluluğu ile oluşacak ilişkiler çerçevesinde işgücünün dolaşımı, işgücünün mesleki ve teknik kriterlerinin belirlenmesi, her türlü yeterlilik ve akreditasyon kriterlerinin tespiti, sürekli eğitim ve benzeri mesleğimizi ve TMMOB’yi ilgilendiren birçok alanda kurumu birinci derecede yetkili kılmaktadır.,
UMYK’nın yetkilerinin ve bunları uygulama olanaklarının genişliği hakkında fikir sahibi olmak için yasanın beşinci bölümündeki “Gelirler, Giderler Bütçe ve Denetim” maddelerine bakmakta yarar vardır.
Gelirler şöyle sıralanmaktadır:
a-Genel Kurul üyesi kamu kurum ve kuruluşlarının ödeyeceği (a) ve (b) grubu üyelikler için miktarları bütçe kanunu ile belirlenecek aidatlar.
b-Kamu kurum ve kuruluşları dışındaki üyelerin, kamu kurum ve kuruluşları ile aynı miktarda ödeyeceği aidatlar,
c-Kurumun ulusal ve uluslararası düzeyde gerçek ya da tüzel kişilere vereceği hizmetler karşılığında alınacak ücretler,
d-Kurumun, sınav ve belgelendirme çalışmalarında bulunmak üzere onayladığı kurum veya kuruluşlardan alınacak ücretler,
e-Yayın, telif hakları, marka ve lisanslardan alınacak ücretler,
f-Ulusal ve uluslar arası kaynaklardan alınan her türlü yardım ve bağışlar ile diğer gelirler,
g-Kurum gelirlerinin değerlendirilmesinden elde edilen gelirler.
Konunun tam olarak kavranması için UMYK Yönetim Kurulu ile Sektör Komiteleri hakkında da bilgi sahibi olmak gerekmektedir.
Yönetim Kurulu :
a) ve (b) tipi üyelerden oluşmakta olan genel Kurul üyeleri arasından ve (a) grubu üyesi her kurumdan birer temsilci ile (b) grubunda yer alan kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, üyeleri arasından seçeceği iki temsilciden oluşur.
Bu ifade Yönetim Kurulu sekiz tane a tipi üye grubunun on yedi üyesi ile on dokuz adet b tipi üyenin aralarından seçeceği iki üyeden yani on dokuz üyeden oluşacağı izlenimi vermektedir. Bir diğer ihtimal (daha zayıf olanı) ise 17 üye artı 19x2=38 yani 38+17= 55 üye den oluşacağıdır.
A grubu üyeler :
Milli Eğitim Bakanlığı. 2 üye
Çalışma ve sosyal Güvenlik Bakanlığı : 2 üye
Yüksek Öğretim Kurulu : 2 üye
Türkiye İş Kurumu: 1 üye
İşçi Konfederasyonları : 1 üye
İşveren Konfederasyonları: 1 üye
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği: 4 üye
Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konf: 4 üye
Sektör Komiteleri:
Madde 14: “Ulusal meslek standartlarını hazırlamak veya kurum dışında yetkili kurumlara hazırlattırılan (bu ifadede bir yasa metninde bulunması gereken yeterli belirginlik mevcut değil. rg) standartların ulusal meslek standardı olarak kabul edilebilmesi için gerekli incelemeyi yaparak Kurulun onayına sunmak üzere sektör komiteleri kurulur. Sektör komiteleri Bakanlık, (Çalışma Bakanlığı, rg.) Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu, meslekle ilgili diğer bakanlıklar, işçi ve işveren kuruluşları, meslek kuruluşları ve kurumun birer temsilcisinden oluşur.
Buradaki yapı Genel Kurul ile özdeşlik taşımaktadır.
Yasanın Yorumlanması
Yasa önümüzdeki günlerde Türkiye’nin gerek GATS anlaşmaları gerekse Avrupa Birliği müktesebatı ile ilgili yaşanacak olan ve genel anlamda nitelikli işgücünün statüsü, bu işgücünün serbest dolaşımı, nitelikli işgücünün akreditasyonu, sertifikalandırılması, bu amaçla eğitim ve öğretim alanında yer alacak tüm düzenlemeleri curriculumları sınav ve belgelendirme düzenini, sürekli eğitim, ve her türlü meslek grubu ile ilgili değerlendirme ve sicil işlemlerinde meslek kuruluşlarının izleyecekleri yöntemleri
Kısacası nitelikli işgücü ile ve bu işgücünü kullanacak olan sektörler ile ilgili birincil öneme sahip düzenlemeler getirmektedir.
Yasa ilk bakışta YÖK ve ÖSYM’nin yetkilerini kısıtlanması amacını taşıyan kısa, basit politik öngörüler ve amaçlar izlendiği izlenimini doğmakta ise de durumun bundan çok daha kapsamlı bir yeniden yapılanma ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çalışma hayatı ile ilgili ve doğrudan GATS anlaşmalarından, Avrupa Birliği müktesebatından, dahası Küreselleşme ile ilgili fundamental yapısal değişimlerden kaynaklanan yeni bir model önerisi ile karşı karşıya bulunduğumuz gerçektir.
Küreselleşen dünya düzeninde her türlü nitelikli emek artık dünya ölçeğinde geçerli olan ve eşdeğer olan kriterlere bağlanmaktadır.
Bu aşamada sorulacak sorular şunlardır:
-Eğer meslekler çeşitli uluslar arası standartlara göre akredite edilecek ve sertifikalandırılacak ise;
a-Meslek erbabının (nitelikli emeğin) çeşitli ülkelerdeki dolaşım hakkı aynen sermaye ve mal dolaşımında olduğu gibi serbest olacak mıdır?
b-Meslek erbabının (nitelikli emeğin) ücret standardı olacak mıdır? Başka bir deyiş ile deregülasyon ve esnek üretim dolayısı ile yaşanan ülkeler arası ülke içi eşitsizlikler giderilecek midir?
Bu alanda emeğin Avrupa’sı, Küreselleşme hareketleri, “Corporate Watch” gibi küreselleşme hareketlerinin çaba ve önerileri dikkatle izlenmelidir.
Yönetim Kurulu’nun Temsiliyeti ve Sektör Komiteleri ve Klasik ve Teknik Eğitim açısından
Bir yönetişim modeli olarak sunulan UMYK yasasının gerçekte kamusal alanı temsiliyet özelikleri dolayısı ile daralttığı, YÖK ve ÖSYM gibi yılların deneyimi ile faaliyet gösteren kurumların yetki alanına girdiği, yönetmeliklere çok fazla (sektörel komiteler) yasama alanında yer alması gereken temel nitelikte yetkiler transfer ettiği böylelikle yasal normlar hiyerarşi yapısını zedelediği açısından teknik eleştiriye tabi tutulabilir.
Ayrıca sürekli eğitim, mesleklerin özellikleri, nitelikleri, sertifikalandırmaları, akreditasyonları ile ilgili olarak meslek odaları ve üniversitelerin yetki alanını daraltan bir kurumlaşma ile karşı karşıya bulunulduğu, bu kurumda üniversiteler ile meslek odalarının ağırlıkları gereğince temsil edilmediklerini vurgulamak gerekmektedir.
Bunun yanı sıra önümüzdeki dönemde yabancı emeğin ülkemize girişi yerli emeğin yurt dışında iş bulma olanakları açısından gerektiği Avrupa Birliği ve benzeri hukuki oluşumlardan talep edilmesi gereken derogasyonlarla ilgili düzenlemelerin yasa içerisinde açıkça zikredilmelerin de uygun olacağının altı, yasa metni içerisinde net bir biçimde çizilmelidir.
Son söz : Yasanın Model Olma Özelliği
UMYK Yasası ‘nın kanımca en önemli özelliği içeriğinin yanı sıra düzenlenme mantığı ve yapısı ile bir “model yasa” olmasıdır.
UMYK yasası Bakanlıkları, Bürokrasiyi, İşveren, İşçi, Esnaf ve Meslek Örgütleri, Eğitim sektörünü, üretim, finans alanlarındaki sektörleri ve ilgili kurumları karar verici organlarda ve özel bir yasanın şemsiyesi altında ve idari ve mali özerklikle donatarak temsiliyet açısından ileri bir aşamayı şeffaflık açısından olumlu bir ilerlemeyi hayata geçirmekle birlikte tüketici örgütlerinin yapılanmada yer almaması eleştiri konusu olmalı, ayrıca emek ve nitelikli emek kesiminin göreceli zayıf temsiliyeti de eleştirilmelidir.
UMYK yasasının diğer uğraşı alanlarımızda yer alan Stratejik Planlama, Yapı, İmar Planlama, Konut finansmanı yasaları, Kamu İhale Kurumu, Belediyeler, Büyük Kent Belediyeleri, Özel İdareler, Yapı Denetimi, Malzeme standartları, kamu finansmanı ve daha birçok alanda çıkartılmakta olan veya çıkartılmış yasalar sistematiği içerisinde kendisine işlevsel bir alan açan tasarlanışı açısından mevcut devlet yapısı içerisinde yol açtığı değişiklikler açısından (yönetişim modeli) “model” bir hukuk uygulaması olduğunu, gelecekte bu yasanın yapısına benzer başka yasa önerileri ile tanışacağımızı göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
13 Ekim 2007 Cumartesi
Öteki Ben'e Bakış
Öteki Ben’e Bakış
Nehirler Denize Kavuştuğunda
Boğaza Dair Hikâyât
Vecdi Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.
Raşit Gökçeli
Ocak 2003
“Kara Büyülü Uyku” ve “Cimri Kirpi” romanları ile tanıdığımız Vecdi Çıracıoğlu’nun on sekiz öyküden oluşan öykü kitabı, “Nehirler Denize Kavuştuğunda”, İthaki Yayınları’nın “Türkçe Edebiyat” dizisi kitapları arasından yayınlandı.
Çıracıoğlu’nun romanlarından alışageldiğimiz özgün anlatısı kısa öykülerinde de karşımıza çıkıyor. “Kara Büyülü Uyku” ve “Cimri Kirpi” romanlarında entrika ve temanın kendine has bir zaman-uzay geometrisi boyutunda özgün bir yazı biçemi içerisinde ete kemiğe bürünmesi, tiplemelerin sadece insan biçiminde değil, fakat anlatıda yer alan kimi zaman toplumsal konjonktürlerin kimi zaman ise teknolojik süreçlerin roman kahramanı niteliği kazandırılarak okuyucuya sunulmaları, Çıracıoğlu anlatısının oylumlu bir zenginlik kazanmasına yol açıyordu. Bu anlatının şiirsel imgeler ve derin bir araştırma ürünü olan zengin bir sözcük dağarcığı ile zenginleştirilmesi Çıracıoğlu’nun okuruna nitelikli ve uzun soluklu bir edebiyat macerası yaşatacağının göstergesi olmuştu.
“Aykırı”ya Yeniden Bakabilmek
“Nehirler Denize Kavuştuğunda” içerisinde yer alan on sekiz öykü, Çıracıoğlu’nun alışageldiğimiz anlatı özelliklerini taşımakla birlikte okuyucuya yeni bir dünya sunmaktadır. Bu dünya, toplumun içinde yer almakla birlikte yeterince önem vermediğimiz fakat öngöremeyeceğimiz kadar bize, kendimize ait olan, yaşantımızın içine girdiği ölçüde dikkatimizden kaçan, ancak yine de benliğimizin unutmaya çalıştığımız bir yanını ilgilendiren, paralel bir dünyanın dramına ait enstantanelerden oluşuyor.
Yaşadığımız acımasız ve tekdüze dünyada küreselleşmenin aşağıladığı yok varsaydığı bireyin en marjinal konumlarda en sefil durumlarda dahi varlığını sürdürdüğünü, sonsuz zengin bir evrene sahip olduğunu, marjinale, aykırı olana yeniden “bakmak” gerektiğini vurguluyor Çıracıoğlu’nun kısa ve çarpıcı anlatıları.
İnsanı tekdüzeleştiren, yaşamı yeknesaklaştıran, topluma bakışımızı sığlaştıran, yaşadığımız çevreyi doğasıyla birlikte hoyratça tahrip eden, bizleri tek tek birey olarak dar ve kısıtlı bir ekonomik dizge içerisine hapseden, kimliğimizi fakirleştiren bugünün egemen düzeninin birer android robotumsusu haline dönüştüren kara vicdanlı egemenlerin ağından kurtulabilmenin ilk koşulu “farklı” bir dünyayı tasarlayabilmekten geçmektedir.
İşte bu yüzdendir ki marjinal olanı farklı olanı anlamak fazlasıyla önemlidir. Çıracıoğlu’nun öyküleri toplumun kenarına, dışına itilmiş gibi görünen bu farklı, aykırı kişilere birer spot ışığı çakıyor. Bizlere ise onları yeniden keşfetmek kalıyor.
Öteki’ne Bakış
Farklı bir “dünya”nın var olabileceğini tasarlamak, hapsedildiğimiz “cehennemin” karabasanından sıyrılarak, dört duvar arasında kıstırılmış kişisel “ben” in de kurtuluşunun ilk adımıdır. İşte bunun için toplumun itilmişlerini, yenik ütülmüşlerini, marjinallerini yalnızca “gözle” değil ama “yürekle” de görebilmek önem taşır.
John Berger’in “Öteki’ni” görebilmek anlayabilmek, acı içindekinin dramını felaketini yüreğiyle hissedebilmek olarak tanımladığı “farklı bakış açısı” dünyayı kavrayabilmek açısından önem arzettiği gibi, “bakış sahibi”ne de kendi “ben” inin, “öteki”ne olan bakışı aracılığı ile “kefaretini” ödeme olanağı sağlar !
Ancak “öteki”ne yürekle bakılabildiğindedir ki kendi “ben”imiz de aşkınlaşarak yeni tinsel oylumlar kazanabilecektir. Öteki’ne bakabilmenin en verimli yollarından biri de her konuda olduğu gibi iyi edebiyattan geçer. Bu nedenle Çıracıoğlu’nun öyküleri bize “öteki”ni tanıtan ona yürekten bakabilmenin anahtarını sunan iyi bir edebiyat ürünü olan metinlerdir.
Öyküler
On sekiz öyküyü kabaca üç grupta toplayabiliriz. Birinci grupta Rumelihisarı’nı mekânsal gergef olarak ele alan, “Faretin, Ateş Böcekleri ve Gerilla Sinek, Pavurya, Goril Sadık, Maviden, Karakoyun Dede, İo Geçidi, Kofana, Darius ve Sallaris” adlı dokuz öykü yer alıyor. İkinci grupta Rumelihisarı ve Boğaz mekânsal olarak ön planda durmamakla birlikte kaybedilmiş yaşam güzelliklerini ve tadları içerilerinde barındıran, “Pervaneci Artaki Usta, Napolyon, Fesleğen, Avanostan bir Nova Kaydı, İlk Aşk” adlı beş öykü var. Bunlardan “Pervaneci Artaki Usta” Edebiyatçılar Derneği ve TESK’in (Türkiye Esnaf Konfederasyonu) “Esnaf Öyküsü” birincilik ödülü (2002)’yi kazanmıştır. Üçüncü grupta ise “Nehirler Denize Kavuştuğunda, Güruh ve Yeniden Yapılanma, Baba İncir, Artin Kemal” adlı dört öykü daha bulunuyor.
“Faretin”, iki Rumelihisarı demkeşinin bir fare ile yaşadıkları trajikomik öykü. Lezzetli an’lar barındırıyor. “Nasıl eski çağlarda kadınlar gözyaşlarını ince belli narin şişelerde itinayla saklamışlarsa, nakkaş da böyle durumlarda yarım kalan şarabını aynı hassasiyetle zulalardı.” (s.20)
“Ateş Böcekleri ve Gerilla Sinek”, “...uzun yolda adressiz yürüyen” (s.31), köyün tatlı bir delisinin hüzünlü sonunu ve ateşböcekleri ile süslü renkli yaşantısını anlatıyor.
“Pavurya” bir balıkçı ağına takılan kesik bir elin etkili bir hikayesi.
“Goril Sadık” demlenirken “içki masasının gülleri” olan mezelere bakıp onları yemeyen bir canın öyküsü.
“Karakoyun Dede” “tüm zamanları kavrayan iki değişik anın alacak verecek hesaplaşması üzerine kurulmuş bir metafor.
“İo geçidi” kısa bir Boğaz senfonisi. “Çaça, gümüş, aterina, çamuka, kefal, istavrit, kıraça, zargana, akya, larya, sivriler ve zindandelenler sürülerinin “anavaşya” ve “katavaşya” göçleri içerisinde bir deniz balesi icra ettikleri, bir zamanlar fokların mekân tuttukları dönemi anımsatan bir metin. (ss.88-95).
“Kofana” bir Rumelihisarı marjinalinin acıklı yaşamından birkaç fırça darbesi ile bize sunulan bölümler içeriyor.
“Darius ve Sallaris” ise Rumelihisarı’nın İkinci Boğaz Köprüsü ile değişen kaderine ilişkin bir anekdot niteliğinde.
“Pervaneci Artaki Usta” Kaybolan zanaat erbabının dramını, “Napolyon” yitip giden bir “hayatın ağır antrenörünü”, (s.101), “Fesleğen” renkli bir çocukluk hatırası çerçevesinde yitip giden berber dükkânlarını, “İlk Aşk” “tuzlu gözyaşlarından onun kör olduğunu” anlayan (s.87) çocuğun duygularını anlatıyor.
“Artin Kemal” adlı öyküde ise üç ayrı neslin tüm zamanların “n” boyutlu koordinatlarındaki garip ve rastlantısal bir kesişmesi söz konusu.
Bastırılmış bir Maket
Öykü yazmanın bir çok zorluğu taşıdığını hep düşünmüşümdür. Kısa metinler her zaman tuzaklar barındırır. Birkaç cümle, birkaç satırla, bir dünya bakışını okura sunabilmek oldukça zordur. Sanki uzun uzun tasarlanmış bir mekân üç boyutlu değil de iki ve daha az boyutlu bir mekna indirgenerek diğer insanların anlayış, kavrayış ve beğenisine sunulmak durumundadır.
Öykü bir romanın kullandığı olanaklardan bu yönüyle yoksundur. Barındırdığı ögeler yoğun, sıkıştırılmış bir gaz, gibidir. Öykü, kapağı açılınca fırlayan yaylı bir kukla gibidir. Ustaca tasarlanmadığında yayın neyi nereye fırlatacağı belli olmaz.
Öykünün bize kurduğu bir diğer tuzak ise kısa olan bir metni hızla okumamız gerekip gerekmediği sorunsalıdır. Kısa olan bir metnin hızlı okunması gereği yoktur. Öyküden öyküye okuma hızı da değişecektir! Daha açık bir deyişle öykücünün kısa metni içerisinde okuyucuyu büyülemesi ve metnini gereken yavaşlıkla okutabilme becerisini gösterebilmesi gereklidir!
Çıracıoğlu, öykü kitabında söz konusu tuzaklara düşmeden, bizleri an’lardan ve enstantanelerden oluşan bir samanyıldızının ışıklı halısı boyunca sürükleyerek farklı ve marjinal bir dünyanın kapılarını açıyor.
Öteki’ne değişik bir bakış atmamızı, onu gözlerimizle olduğu kadar yüreğimizle görmemizi sağlayacak olan iyi bir edebiyat metni sunuyor.
Çıracıoğlu “Nehirler Denize Kavuştuğunda” içerisinde yer alan anlatı enstantanelerin ileride daha başka yapıtlara da malzeme oluşturacakları sezgisi ve ümidini de biz okuyuculara vermiyor değil doğrusu.
Nehirler Denize Kavuştuğunda
Boğaza Dair Hikâyât
Vecdi Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.
Raşit Gökçeli
Ocak 2003
“Kara Büyülü Uyku” ve “Cimri Kirpi” romanları ile tanıdığımız Vecdi Çıracıoğlu’nun on sekiz öyküden oluşan öykü kitabı, “Nehirler Denize Kavuştuğunda”, İthaki Yayınları’nın “Türkçe Edebiyat” dizisi kitapları arasından yayınlandı.
Çıracıoğlu’nun romanlarından alışageldiğimiz özgün anlatısı kısa öykülerinde de karşımıza çıkıyor. “Kara Büyülü Uyku” ve “Cimri Kirpi” romanlarında entrika ve temanın kendine has bir zaman-uzay geometrisi boyutunda özgün bir yazı biçemi içerisinde ete kemiğe bürünmesi, tiplemelerin sadece insan biçiminde değil, fakat anlatıda yer alan kimi zaman toplumsal konjonktürlerin kimi zaman ise teknolojik süreçlerin roman kahramanı niteliği kazandırılarak okuyucuya sunulmaları, Çıracıoğlu anlatısının oylumlu bir zenginlik kazanmasına yol açıyordu. Bu anlatının şiirsel imgeler ve derin bir araştırma ürünü olan zengin bir sözcük dağarcığı ile zenginleştirilmesi Çıracıoğlu’nun okuruna nitelikli ve uzun soluklu bir edebiyat macerası yaşatacağının göstergesi olmuştu.
“Aykırı”ya Yeniden Bakabilmek
“Nehirler Denize Kavuştuğunda” içerisinde yer alan on sekiz öykü, Çıracıoğlu’nun alışageldiğimiz anlatı özelliklerini taşımakla birlikte okuyucuya yeni bir dünya sunmaktadır. Bu dünya, toplumun içinde yer almakla birlikte yeterince önem vermediğimiz fakat öngöremeyeceğimiz kadar bize, kendimize ait olan, yaşantımızın içine girdiği ölçüde dikkatimizden kaçan, ancak yine de benliğimizin unutmaya çalıştığımız bir yanını ilgilendiren, paralel bir dünyanın dramına ait enstantanelerden oluşuyor.
Yaşadığımız acımasız ve tekdüze dünyada küreselleşmenin aşağıladığı yok varsaydığı bireyin en marjinal konumlarda en sefil durumlarda dahi varlığını sürdürdüğünü, sonsuz zengin bir evrene sahip olduğunu, marjinale, aykırı olana yeniden “bakmak” gerektiğini vurguluyor Çıracıoğlu’nun kısa ve çarpıcı anlatıları.
İnsanı tekdüzeleştiren, yaşamı yeknesaklaştıran, topluma bakışımızı sığlaştıran, yaşadığımız çevreyi doğasıyla birlikte hoyratça tahrip eden, bizleri tek tek birey olarak dar ve kısıtlı bir ekonomik dizge içerisine hapseden, kimliğimizi fakirleştiren bugünün egemen düzeninin birer android robotumsusu haline dönüştüren kara vicdanlı egemenlerin ağından kurtulabilmenin ilk koşulu “farklı” bir dünyayı tasarlayabilmekten geçmektedir.
İşte bu yüzdendir ki marjinal olanı farklı olanı anlamak fazlasıyla önemlidir. Çıracıoğlu’nun öyküleri toplumun kenarına, dışına itilmiş gibi görünen bu farklı, aykırı kişilere birer spot ışığı çakıyor. Bizlere ise onları yeniden keşfetmek kalıyor.
Öteki’ne Bakış
Farklı bir “dünya”nın var olabileceğini tasarlamak, hapsedildiğimiz “cehennemin” karabasanından sıyrılarak, dört duvar arasında kıstırılmış kişisel “ben” in de kurtuluşunun ilk adımıdır. İşte bunun için toplumun itilmişlerini, yenik ütülmüşlerini, marjinallerini yalnızca “gözle” değil ama “yürekle” de görebilmek önem taşır.
John Berger’in “Öteki’ni” görebilmek anlayabilmek, acı içindekinin dramını felaketini yüreğiyle hissedebilmek olarak tanımladığı “farklı bakış açısı” dünyayı kavrayabilmek açısından önem arzettiği gibi, “bakış sahibi”ne de kendi “ben” inin, “öteki”ne olan bakışı aracılığı ile “kefaretini” ödeme olanağı sağlar !
Ancak “öteki”ne yürekle bakılabildiğindedir ki kendi “ben”imiz de aşkınlaşarak yeni tinsel oylumlar kazanabilecektir. Öteki’ne bakabilmenin en verimli yollarından biri de her konuda olduğu gibi iyi edebiyattan geçer. Bu nedenle Çıracıoğlu’nun öyküleri bize “öteki”ni tanıtan ona yürekten bakabilmenin anahtarını sunan iyi bir edebiyat ürünü olan metinlerdir.
Öyküler
On sekiz öyküyü kabaca üç grupta toplayabiliriz. Birinci grupta Rumelihisarı’nı mekânsal gergef olarak ele alan, “Faretin, Ateş Böcekleri ve Gerilla Sinek, Pavurya, Goril Sadık, Maviden, Karakoyun Dede, İo Geçidi, Kofana, Darius ve Sallaris” adlı dokuz öykü yer alıyor. İkinci grupta Rumelihisarı ve Boğaz mekânsal olarak ön planda durmamakla birlikte kaybedilmiş yaşam güzelliklerini ve tadları içerilerinde barındıran, “Pervaneci Artaki Usta, Napolyon, Fesleğen, Avanostan bir Nova Kaydı, İlk Aşk” adlı beş öykü var. Bunlardan “Pervaneci Artaki Usta” Edebiyatçılar Derneği ve TESK’in (Türkiye Esnaf Konfederasyonu) “Esnaf Öyküsü” birincilik ödülü (2002)’yi kazanmıştır. Üçüncü grupta ise “Nehirler Denize Kavuştuğunda, Güruh ve Yeniden Yapılanma, Baba İncir, Artin Kemal” adlı dört öykü daha bulunuyor.
“Faretin”, iki Rumelihisarı demkeşinin bir fare ile yaşadıkları trajikomik öykü. Lezzetli an’lar barındırıyor. “Nasıl eski çağlarda kadınlar gözyaşlarını ince belli narin şişelerde itinayla saklamışlarsa, nakkaş da böyle durumlarda yarım kalan şarabını aynı hassasiyetle zulalardı.” (s.20)
“Ateş Böcekleri ve Gerilla Sinek”, “...uzun yolda adressiz yürüyen” (s.31), köyün tatlı bir delisinin hüzünlü sonunu ve ateşböcekleri ile süslü renkli yaşantısını anlatıyor.
“Pavurya” bir balıkçı ağına takılan kesik bir elin etkili bir hikayesi.
“Goril Sadık” demlenirken “içki masasının gülleri” olan mezelere bakıp onları yemeyen bir canın öyküsü.
“Karakoyun Dede” “tüm zamanları kavrayan iki değişik anın alacak verecek hesaplaşması üzerine kurulmuş bir metafor.
“İo geçidi” kısa bir Boğaz senfonisi. “Çaça, gümüş, aterina, çamuka, kefal, istavrit, kıraça, zargana, akya, larya, sivriler ve zindandelenler sürülerinin “anavaşya” ve “katavaşya” göçleri içerisinde bir deniz balesi icra ettikleri, bir zamanlar fokların mekân tuttukları dönemi anımsatan bir metin. (ss.88-95).
“Kofana” bir Rumelihisarı marjinalinin acıklı yaşamından birkaç fırça darbesi ile bize sunulan bölümler içeriyor.
“Darius ve Sallaris” ise Rumelihisarı’nın İkinci Boğaz Köprüsü ile değişen kaderine ilişkin bir anekdot niteliğinde.
“Pervaneci Artaki Usta” Kaybolan zanaat erbabının dramını, “Napolyon” yitip giden bir “hayatın ağır antrenörünü”, (s.101), “Fesleğen” renkli bir çocukluk hatırası çerçevesinde yitip giden berber dükkânlarını, “İlk Aşk” “tuzlu gözyaşlarından onun kör olduğunu” anlayan (s.87) çocuğun duygularını anlatıyor.
“Artin Kemal” adlı öyküde ise üç ayrı neslin tüm zamanların “n” boyutlu koordinatlarındaki garip ve rastlantısal bir kesişmesi söz konusu.
Bastırılmış bir Maket
Öykü yazmanın bir çok zorluğu taşıdığını hep düşünmüşümdür. Kısa metinler her zaman tuzaklar barındırır. Birkaç cümle, birkaç satırla, bir dünya bakışını okura sunabilmek oldukça zordur. Sanki uzun uzun tasarlanmış bir mekân üç boyutlu değil de iki ve daha az boyutlu bir mekna indirgenerek diğer insanların anlayış, kavrayış ve beğenisine sunulmak durumundadır.
Öykü bir romanın kullandığı olanaklardan bu yönüyle yoksundur. Barındırdığı ögeler yoğun, sıkıştırılmış bir gaz, gibidir. Öykü, kapağı açılınca fırlayan yaylı bir kukla gibidir. Ustaca tasarlanmadığında yayın neyi nereye fırlatacağı belli olmaz.
Öykünün bize kurduğu bir diğer tuzak ise kısa olan bir metni hızla okumamız gerekip gerekmediği sorunsalıdır. Kısa olan bir metnin hızlı okunması gereği yoktur. Öyküden öyküye okuma hızı da değişecektir! Daha açık bir deyişle öykücünün kısa metni içerisinde okuyucuyu büyülemesi ve metnini gereken yavaşlıkla okutabilme becerisini gösterebilmesi gereklidir!
Çıracıoğlu, öykü kitabında söz konusu tuzaklara düşmeden, bizleri an’lardan ve enstantanelerden oluşan bir samanyıldızının ışıklı halısı boyunca sürükleyerek farklı ve marjinal bir dünyanın kapılarını açıyor.
Öteki’ne değişik bir bakış atmamızı, onu gözlerimizle olduğu kadar yüreğimizle görmemizi sağlayacak olan iyi bir edebiyat metni sunuyor.
Çıracıoğlu “Nehirler Denize Kavuştuğunda” içerisinde yer alan anlatı enstantanelerin ileride daha başka yapıtlara da malzeme oluşturacakları sezgisi ve ümidini de biz okuyuculara vermiyor değil doğrusu.
Sarıkasnak
Sarıkasnak
Vicdanın gözü seni izliyor !
Vecdi Çıracıoğlu, Sarıkasnak, Everest Yayınları, İstanbul, 2006 126 s.
Raşit Gökçeli
Temmuz 2006
Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi”, “Serseri Standartları Sempozyumu” romanları ve “Nehirler Denize Kavuşur” adlı öykü kitapları yayınlanmıştı.
Everest yayınları arasında yayımlanan “Sarıkasnak” romanı, daha doğrusu novella demek gerekir, 1933 yılında bir Karadeniz kasabasında yer alan bir dalgıç öyküsü. Dalgıç elbisesinin başlığı ile elbiseyi birbirine bağlayacak alaşımlı halka, sarıkasnak, dönemin koşullarında o denli kıymetli ki, kullananlar o metal parçasının esiri oluyorlar.
Novella, bu değerlinin değerlisi sarıkasnak ve kullanıcılarının tutkulu, yer yer büyülü serüvenini yalın bir anlatım, arındırılmış fakat klasik kişilik irdelemeleri aracılığı ile basit bir insanlık dramı çerçevesinde bizlere aktarıyor.
Nitelikli olmaları koşulu ile, bilimsel çalışma ile edebiyat eserlerinin ortak özellikleri bulunduğu kanaati beni hiç bir zaman terketmemiştir.
Bilimsel eserdeki varsayımı irdeleyebilmek amacı ile değişkenlerden birçoğu sabit kabul edilip belirli bir değişkenin üzerinde yoğunlaşılır, edebiyat eserinde de bu özelliğe sıkça rastlanır. Özellilkle trajedilerde örgü ana bir gerilim unsuru etrafında düğümlenir. Yine anlatımda çok katmanlılık, basit dil, onun üzerinde yer alan ve okuyucunun konuyu çözebilmesi için belirli bir altyapıya sahip olmasını gerektiren üst dil, bunların bir arada birlikte birbirlerini engellemeden, ezmeden ve uyum içerisinde var olabilmeleri hem bilimsel eserin hem de nitelikli edebiyat eserinin olmazsa olmaz koşullarıdır.
1933 yılı ilkbaharında ve Hıdırellezinde “Dünyanıngözü” adındaki Karadeniz kasabasında yer alan olayın yer ve zaman seçiminden itibaren başlıyor Vecdi Çıracıoğlu’nun eğretileme yağmuru.
Çünkü novellada anlatılan en “arındırılmış biçimi” ile insan vicdanının macerası. Kendine yediremediği, yakıştıramadığı, yaşadığı dönemin etik kodları ile uyuşmayan bir edimin insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatan klasik bir anlatı sunuyor Çıracıoğlu bizlere. En azından kitabın “alt okuması” böyle.
Önce 1933 koşullarından başlayalım. 1933, dünya kapitalizminin bunalım yılı. Halk kitlelerinin işsizlik, yokluk, açlık her türlü felaket ile karşı karşıya kaldıkları bir dönem. 1933 aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin, Almanya’da Hitler nazizminin iktidara gelmesi ile duyulmaya başlandığı dönem. Genç Türkiye Cumhuriyeti yıkılan imparatorluğun küllerinden yeniden dirilmeye, savaş ve yokluktan kurtulmaya çabalamakta. Güdümlü ve otoriter bir modernizmin liderliği altında yol almaya çalışırken otarşik eğilimlerin etkisi altında dünyadan kopuk bir görünüm içerisinde. “İnkılabı” savunma psikolojisi, başlıca tasa. “Mübadele” politikaları, “kabotaj” yasası benzeri “yabancı sermaye” karşıtı önlemler söz konusu tasanın açığa çıkan belirtileri.
Böylesi bir ortamda 19. asırda batıya yönelik tomruk ticareti bitmiş, mübadele dolayısıyla nitelikli işgücü nerede ise yok olan kasaba oldukça tekdüze bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip. Sabahattin Ali, Sait Faik, Yaşar Kemal’lerin anlatımlarından aşina olduğumuz bir coğrafya “Dünyanıngözü” kasabası.
Dünyadan yalıtılmış bu Karadeniz kasabasında metaforlarla, simgelerle bezenmiş bir dünya yaratmakta gecikmiyor Çıracıoğlu.
Çıracıoğlu’nun, romanının belki de başlıca tipi olan Camgöz Reis’in Çanakkale savaşında kaybettiği gözünün boşluğuna taktığı “cam göz” ile kasabanın adı olan “dünyanın gözü” arasındaki üst üste düşüşün rastlantısal olmadığını novellayı okuyulanlar anlamakta gecikmeyeceklerdir.
Camgöz Reis’in arkadaşları “Hortumcu” ve “Çıkırıkçı” vicdanlarını rahatsız eden hareketlerinden sonra “vicdanın gözü” tarafından bir türlü rahat bırakılmayacaklardır. Taa ki “emaneti” geriye iade ettikleri ana kadar. Vicdanları ancak o an huzura kavuşacak tepelerinde zebella gibi dolanan “vicdanın gözü” ancak o koşulla yakalarından düşecektir.
Elbette ki modernite öncesi bir zamandan söz etmekteyiz ve Orwell dünyasının “kirlenmiş gözü” “Dünyanıngözü” kasabasına henüz uğramamıştır.
En arınmış hali ile vicdan…
Ve vaki olur ki Kain, muhtemelen kıskançlık yüzünden, Habil'i öldürür. Bunun üzerine Tanrı, sanki olan bitenlerden haberi yokmuş gibi, Kaine sorar: "Kardeşin Habil nerede?". Kain "Bilmiyorum" diye yanıt verir. Tanrı kendisine: "Ne yaptın? Kardeşinin kanının sesi topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanetlendin; o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı; toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın" der (Tevrat/Tekvin, Bap 4: 9-13).
Kain Tanrı'ya seslenir: "Cezam taşınamayacak derecede büyüktür. İşte bugün, toprağın yüzü üzerinden beni kovdun; ve senin yüzünden gizli kalacağım, ve yeryüzünde kaçak ve serseri dolaşacağım; ve vaki olacak ki, her kim beni bulursa, beni öldürecektir" (Tevrat/Tekvin, Bap 4:14-15)
Bu sözler Kabil'i öylesine hiddetlendirir ki, nefsini yenemeyerek bir vuruşta kardeşi Habil'i öldürür. Kur'an'da söyle yazılı: "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu" (K. Maide 30)
"Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona (Kabil'e) göstermek için yeri eseleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) :-'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim'- dedi, ve ettiğine yananlardan oldu" (K. Maide 31) 53
Söylence insanlığın tarihi kadar eski. Rivayet edilir ki “bir göz”, vicdanın gözü, ki tanrının ve gazabının simgesidir, de Kain’i o meşum hareketinden sonra tepeden izler ve işlediği günahı sürekli biçimde anımsatır. Kain bu ilahi kınamanın yükü altında bir daha iflah olmaz.
Çıracıoğlu, Sarıkasnak’ta böylesi kadim bir temayı nerede ise klasik ve dolaysız bir anlatım ile okuyucuya aktarıyor.
Arınmış vicdan, damıtılmış kişilikler. Ama basit değil. Bir üst okumayı gerektiren bir anlatı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Çıracıoğlu bu anlatıda nakletmeye mezun bulunmadığım bir tasarısı için hazırlık yapıyor.
Zihnin en damıtılmış hali, dimağın en arındırılmış biçimi kimi koşullarda insan trajedisi ile öylesine kesişebilir ki…
İlk bakışta bir “Küçük Prens” sadeliği ile karşılaşan okuyucu Çıracıoğlu’nun yazarlık serüveni içerisindeki “epikriz” hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan alelacele hüküm vermemeli.
Sarıkasnak novellası içerisinde Vecdi Çıracıoğlu’nun pek sevdiği motifler fazlası ile yer almakta.
Bunlardan biri Çıracıoğlu’nun “an” ile ilişkisi. (*) (**) (***) (****)
Çıracıoğlu, “an” a iade-i itibar eden bir yazar. Eserlerinde “an” ın değeri yücetilir, “an” adeta bir büyüteç aracılığı ile en ince ayrıntısına kadar ve üzerinde durularak alabildiğine ayrıntılı biçimde nakledilir.
Çıracıoğlu, “an züğürdü” olan insanı mazi ve ati ile “anların kardeşliğinde” buluşturarak faniliğine, umarsızlığına bir nebze de olsa teselli sağlar romanlarında.
Çıracıoğlu daha önce kitaplarını okuyanların anımsayacağı üzere cansız nesneleri roman kahramanı tiplemesi olarak kullanmayı sık sık yeğliyor. Novellaya adını veren sarıkasnak bu açıdan da bir istisna oluşturmuyor. Öylesine ki kitabı ele aldığımda Çıracıoğlu’nun metalürji mühendisi olmasından ve “Kara Büyülü Uyku” romanındaki unutulmaz dökümcülük macerasının anısı ile sarıkasnak objesinin imalatı ile ilgili bir serüven ile karşılaşmayı beklerken bu kez yine kültleştirilmiş obje ile ilgili ama değişik türde sürprizli bir anlatı ile karşılaştım.
Öte yandan metaforların alabildiğine kullanıldığı novellada tiplemelerden birinin cansız bir nesne olan sarıkasnak olmasının yanı sıra “halka”, “yüzük” temalarının edebiyatta sıkça ve bol kullanılan simgeler olmaları da bence anlatıya renk ve çeşni katıyor.
Çıracıoğlu bu novellasında da sözcük dağarcığını zenginleştirmeye gösterdiği özeni anlatı çerçevesinde sürdürüyor.
Kitabın arkasında yer alan kırk sekiz sözcüklük lügatçe içerisinde yer alanlardan birkaç tanesi şöyle: Çantı, hartama, Hoyratdeniz, kabaret, kuşna, tutarga, tutaşka, yaldanak, zelepür.
Bir de lügatçede yer almayan ve bana kalırsa alması gereken en az yirmi sözcük daha saptadığmı eklemek isterim. İşte birkaçı: buğz, cibre, göynek, kebzeci, varyoz, yalkandak.
Sarıkasnak, novellasının Çıracoğlu’nun yazarlık serüveninde bir “halka” oluşturduğunu düşünüyorum. Anlatının sıra dışılığı, renkli ve metaforik özelliklerinin de okuyucunun belleğinde iz bırakacağı öngörüsünü taşıyorum.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Raşit Gökçeli, “Anın Sırad Köprüsünden” “Tüm Zamanların Kardeşliğine” , Vecdi Çıracıoğlu, Kara
Büyülü Uyku, Can Yayınları, 2000, 2. Basım. Nisan 2002.
(**) Raşit Gökçeli, “Cimri Kirpi Gibi Değilsin Kardeşim”, Vecdi Çıracıoğlu, Cimri Kirpi, Kırmızı Kitaplar, 2002.
(***) Raşit Gökçeli, “Öteki Ben’e Bakış”, Nehirler Denize Kavuştuğunda, Boğaza Dair Hikâyât, Vecdi
Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.
(****) Raşit Gökçeli, “Non Dolet” , Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları,
İstanbul, 2004 403 s.
Vicdanın gözü seni izliyor !
Vecdi Çıracıoğlu, Sarıkasnak, Everest Yayınları, İstanbul, 2006 126 s.
Raşit Gökçeli
Temmuz 2006
Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi”, “Serseri Standartları Sempozyumu” romanları ve “Nehirler Denize Kavuşur” adlı öykü kitapları yayınlanmıştı.
Everest yayınları arasında yayımlanan “Sarıkasnak” romanı, daha doğrusu novella demek gerekir, 1933 yılında bir Karadeniz kasabasında yer alan bir dalgıç öyküsü. Dalgıç elbisesinin başlığı ile elbiseyi birbirine bağlayacak alaşımlı halka, sarıkasnak, dönemin koşullarında o denli kıymetli ki, kullananlar o metal parçasının esiri oluyorlar.
Novella, bu değerlinin değerlisi sarıkasnak ve kullanıcılarının tutkulu, yer yer büyülü serüvenini yalın bir anlatım, arındırılmış fakat klasik kişilik irdelemeleri aracılığı ile basit bir insanlık dramı çerçevesinde bizlere aktarıyor.
Nitelikli olmaları koşulu ile, bilimsel çalışma ile edebiyat eserlerinin ortak özellikleri bulunduğu kanaati beni hiç bir zaman terketmemiştir.
Bilimsel eserdeki varsayımı irdeleyebilmek amacı ile değişkenlerden birçoğu sabit kabul edilip belirli bir değişkenin üzerinde yoğunlaşılır, edebiyat eserinde de bu özelliğe sıkça rastlanır. Özellilkle trajedilerde örgü ana bir gerilim unsuru etrafında düğümlenir. Yine anlatımda çok katmanlılık, basit dil, onun üzerinde yer alan ve okuyucunun konuyu çözebilmesi için belirli bir altyapıya sahip olmasını gerektiren üst dil, bunların bir arada birlikte birbirlerini engellemeden, ezmeden ve uyum içerisinde var olabilmeleri hem bilimsel eserin hem de nitelikli edebiyat eserinin olmazsa olmaz koşullarıdır.
1933 yılı ilkbaharında ve Hıdırellezinde “Dünyanıngözü” adındaki Karadeniz kasabasında yer alan olayın yer ve zaman seçiminden itibaren başlıyor Vecdi Çıracıoğlu’nun eğretileme yağmuru.
Çünkü novellada anlatılan en “arındırılmış biçimi” ile insan vicdanının macerası. Kendine yediremediği, yakıştıramadığı, yaşadığı dönemin etik kodları ile uyuşmayan bir edimin insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatan klasik bir anlatı sunuyor Çıracıoğlu bizlere. En azından kitabın “alt okuması” böyle.
Önce 1933 koşullarından başlayalım. 1933, dünya kapitalizminin bunalım yılı. Halk kitlelerinin işsizlik, yokluk, açlık her türlü felaket ile karşı karşıya kaldıkları bir dönem. 1933 aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin, Almanya’da Hitler nazizminin iktidara gelmesi ile duyulmaya başlandığı dönem. Genç Türkiye Cumhuriyeti yıkılan imparatorluğun küllerinden yeniden dirilmeye, savaş ve yokluktan kurtulmaya çabalamakta. Güdümlü ve otoriter bir modernizmin liderliği altında yol almaya çalışırken otarşik eğilimlerin etkisi altında dünyadan kopuk bir görünüm içerisinde. “İnkılabı” savunma psikolojisi, başlıca tasa. “Mübadele” politikaları, “kabotaj” yasası benzeri “yabancı sermaye” karşıtı önlemler söz konusu tasanın açığa çıkan belirtileri.
Böylesi bir ortamda 19. asırda batıya yönelik tomruk ticareti bitmiş, mübadele dolayısıyla nitelikli işgücü nerede ise yok olan kasaba oldukça tekdüze bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip. Sabahattin Ali, Sait Faik, Yaşar Kemal’lerin anlatımlarından aşina olduğumuz bir coğrafya “Dünyanıngözü” kasabası.
Dünyadan yalıtılmış bu Karadeniz kasabasında metaforlarla, simgelerle bezenmiş bir dünya yaratmakta gecikmiyor Çıracıoğlu.
Çıracıoğlu’nun, romanının belki de başlıca tipi olan Camgöz Reis’in Çanakkale savaşında kaybettiği gözünün boşluğuna taktığı “cam göz” ile kasabanın adı olan “dünyanın gözü” arasındaki üst üste düşüşün rastlantısal olmadığını novellayı okuyulanlar anlamakta gecikmeyeceklerdir.
Camgöz Reis’in arkadaşları “Hortumcu” ve “Çıkırıkçı” vicdanlarını rahatsız eden hareketlerinden sonra “vicdanın gözü” tarafından bir türlü rahat bırakılmayacaklardır. Taa ki “emaneti” geriye iade ettikleri ana kadar. Vicdanları ancak o an huzura kavuşacak tepelerinde zebella gibi dolanan “vicdanın gözü” ancak o koşulla yakalarından düşecektir.
Elbette ki modernite öncesi bir zamandan söz etmekteyiz ve Orwell dünyasının “kirlenmiş gözü” “Dünyanıngözü” kasabasına henüz uğramamıştır.
En arınmış hali ile vicdan…
Ve vaki olur ki Kain, muhtemelen kıskançlık yüzünden, Habil'i öldürür. Bunun üzerine Tanrı, sanki olan bitenlerden haberi yokmuş gibi, Kaine sorar: "Kardeşin Habil nerede?". Kain "Bilmiyorum" diye yanıt verir. Tanrı kendisine: "Ne yaptın? Kardeşinin kanının sesi topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanetlendin; o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı; toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın" der (Tevrat/Tekvin, Bap 4: 9-13).
Kain Tanrı'ya seslenir: "Cezam taşınamayacak derecede büyüktür. İşte bugün, toprağın yüzü üzerinden beni kovdun; ve senin yüzünden gizli kalacağım, ve yeryüzünde kaçak ve serseri dolaşacağım; ve vaki olacak ki, her kim beni bulursa, beni öldürecektir" (Tevrat/Tekvin, Bap 4:14-15)
Bu sözler Kabil'i öylesine hiddetlendirir ki, nefsini yenemeyerek bir vuruşta kardeşi Habil'i öldürür. Kur'an'da söyle yazılı: "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu" (K. Maide 30)
"Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona (Kabil'e) göstermek için yeri eseleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) :-'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim'- dedi, ve ettiğine yananlardan oldu" (K. Maide 31) 53
Söylence insanlığın tarihi kadar eski. Rivayet edilir ki “bir göz”, vicdanın gözü, ki tanrının ve gazabının simgesidir, de Kain’i o meşum hareketinden sonra tepeden izler ve işlediği günahı sürekli biçimde anımsatır. Kain bu ilahi kınamanın yükü altında bir daha iflah olmaz.
Çıracıoğlu, Sarıkasnak’ta böylesi kadim bir temayı nerede ise klasik ve dolaysız bir anlatım ile okuyucuya aktarıyor.
Arınmış vicdan, damıtılmış kişilikler. Ama basit değil. Bir üst okumayı gerektiren bir anlatı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Çıracıoğlu bu anlatıda nakletmeye mezun bulunmadığım bir tasarısı için hazırlık yapıyor.
Zihnin en damıtılmış hali, dimağın en arındırılmış biçimi kimi koşullarda insan trajedisi ile öylesine kesişebilir ki…
İlk bakışta bir “Küçük Prens” sadeliği ile karşılaşan okuyucu Çıracıoğlu’nun yazarlık serüveni içerisindeki “epikriz” hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan alelacele hüküm vermemeli.
Sarıkasnak novellası içerisinde Vecdi Çıracıoğlu’nun pek sevdiği motifler fazlası ile yer almakta.
Bunlardan biri Çıracıoğlu’nun “an” ile ilişkisi. (*) (**) (***) (****)
Çıracıoğlu, “an” a iade-i itibar eden bir yazar. Eserlerinde “an” ın değeri yücetilir, “an” adeta bir büyüteç aracılığı ile en ince ayrıntısına kadar ve üzerinde durularak alabildiğine ayrıntılı biçimde nakledilir.
Çıracıoğlu, “an züğürdü” olan insanı mazi ve ati ile “anların kardeşliğinde” buluşturarak faniliğine, umarsızlığına bir nebze de olsa teselli sağlar romanlarında.
Çıracıoğlu daha önce kitaplarını okuyanların anımsayacağı üzere cansız nesneleri roman kahramanı tiplemesi olarak kullanmayı sık sık yeğliyor. Novellaya adını veren sarıkasnak bu açıdan da bir istisna oluşturmuyor. Öylesine ki kitabı ele aldığımda Çıracıoğlu’nun metalürji mühendisi olmasından ve “Kara Büyülü Uyku” romanındaki unutulmaz dökümcülük macerasının anısı ile sarıkasnak objesinin imalatı ile ilgili bir serüven ile karşılaşmayı beklerken bu kez yine kültleştirilmiş obje ile ilgili ama değişik türde sürprizli bir anlatı ile karşılaştım.
Öte yandan metaforların alabildiğine kullanıldığı novellada tiplemelerden birinin cansız bir nesne olan sarıkasnak olmasının yanı sıra “halka”, “yüzük” temalarının edebiyatta sıkça ve bol kullanılan simgeler olmaları da bence anlatıya renk ve çeşni katıyor.
Çıracıoğlu bu novellasında da sözcük dağarcığını zenginleştirmeye gösterdiği özeni anlatı çerçevesinde sürdürüyor.
Kitabın arkasında yer alan kırk sekiz sözcüklük lügatçe içerisinde yer alanlardan birkaç tanesi şöyle: Çantı, hartama, Hoyratdeniz, kabaret, kuşna, tutarga, tutaşka, yaldanak, zelepür.
Bir de lügatçede yer almayan ve bana kalırsa alması gereken en az yirmi sözcük daha saptadığmı eklemek isterim. İşte birkaçı: buğz, cibre, göynek, kebzeci, varyoz, yalkandak.
Sarıkasnak, novellasının Çıracoğlu’nun yazarlık serüveninde bir “halka” oluşturduğunu düşünüyorum. Anlatının sıra dışılığı, renkli ve metaforik özelliklerinin de okuyucunun belleğinde iz bırakacağı öngörüsünü taşıyorum.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Raşit Gökçeli, “Anın Sırad Köprüsünden” “Tüm Zamanların Kardeşliğine” , Vecdi Çıracıoğlu, Kara
Büyülü Uyku, Can Yayınları, 2000, 2. Basım. Nisan 2002.
(**) Raşit Gökçeli, “Cimri Kirpi Gibi Değilsin Kardeşim”, Vecdi Çıracıoğlu, Cimri Kirpi, Kırmızı Kitaplar, 2002.
(***) Raşit Gökçeli, “Öteki Ben’e Bakış”, Nehirler Denize Kavuştuğunda, Boğaza Dair Hikâyât, Vecdi
Çıracıoğlu, Öyküler, İthaki Yayınları, 1. baskı, ocak 2003, 121 s.
(****) Raşit Gökçeli, “Non Dolet” , Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları,
İstanbul, 2004 403 s.
Non Dolet
Non Dolet *
Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları, İstanbul, 2004 403 s.
Raşit Gökçeli
Ekim 2004
(*) Non dolet : “Paete non dolet !” Milattan sonra 42 yılında Roma senatörü Paetus imparator Claudius tarafından intihar etmeye zorlanır. Kendini öldürecek cesareti bir türlü bulamayan Paetus’un karısı Arria hançeri kaparak göğsüne saplar. Korkak eşine: “Paete acımıyor ki” diyerek hançeri ona uzatır. Ölümsüz, tanrısal bir söz olarak tarihe geçen bu hitap Arria kişiliğini tüm zamanların bir kült karakterine dönüştürür.
Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi” romanı ve “Nehirler Denize Kavuşur” öykü kitapları yayınlanmıştı. Çıracıoğlu’nun tüm kitapları şimdilerde İthaki Yayınları tarafından yayınlanıyor.
Roman 1960 İstanbul’unda yer alıyor. Türkiye birtakım olaylara gebe. Tarlabaşı’nda Bukowski’yi anımsatan “garip” ekolü içerisinde yer aldığını sanan, berbat şiirler yazan, Asaf Halet Çelebi hayranı marjinal bir şair, bir yığın psikolojik bunalım içerisinde kişiliğinin derinine sızmış iblislerle ayıboğan güreşi yapmakta.
“Aynada kendime baktım, yüzüm yoktu !
... Silik aynada bir karafatma, bir hamamböceğiydim. Bir süre öylesine, kendimi seyrederek kalakaldım.”
Kafka’yı çağrıştıran bir nevroz anlatısı ile karşı karşıya olduğumuzu daha romanın ilk başlarından kavrayabiliyoruz.
“Fareydim ... Belki de yaratıcının casusuydum bu hayatta...
....ben bir piranha mıyım? Hayatın neresinde duracağımı bilemediğim zamanlardan sonra bir piranha olmaya çalıştım ama olamadım...”
Anlatı, bilinç akışları ile harmanlanarak bunalım, okuyucuya derinlemesine sunuluyor.
....evet ötekilerin düşleri çok kötü kokuyor ama düşlerimi faka bastırarak korkutup çürütemeyecekler...”
“Henüz uzmanı olmadığım düşlerime yavaş yavaş ısındığım .. ağır kapıların ardındaki bir düşe ulaşabilmek için sürgüyü içeriden açmayı bilmediğim zamanlardı ..”
“Şiire başladığım yıllardı. Adımdaki “H” ve iki tane “T”den birini çıkarttım ve adım Faretin oldu...”
“Yazmanın sıfır noktası ve üretim rahminin bulunmayışı belki çok eski bir unutuştan, bir hatırlamayıştan kaynaklanıyor...”
“Bir hülyam var, nedenini kendimin de bilmediği; insanın itaatsizliğinin itaatsizlikle yok edildiği bir dünya yaratmaktan geçiyor. Tek arzum, önce bu coğrafyada, ardından dünyanın çeşitli yörelerinden Bilge Serserileri bir araya toplayarak günlük yaşamdan uzak, maddi dünya nimetlerini dışlayarak yeni bir yaşam yaratmanın temellerini atan Serseri Standartları Sempozyumu’nu hayata geçirmek.
Acı çeken insanlığın geleceği bana göre, “Serseri Standartları Sempozyumu’nda yatıyor.”
İşte sempozyuma sunulacak “1.no.lu manifesto”dan alıntılar :
“Dostlar,
Kısacası insanın onuruna duyduğum inanç onun dünya üzerindeki en büyük serseri olmasına dayanıyor... O, insan onuru ve bireysel özgürlüğün şampiyonudur, zaptedilecek en son insandır...
... hiçbir insan bilgenin bilgeliğinden, deliliğin bilgeliğine ilerlemedikçe ve ilk önce yaşamın trajedisi ve daha sonra komedisini hissederek gülen bir filozof haline gelmedikçe, onun bilge olabileceğini düşünmüyorum...”
İşte trajedi ögesine gelmiş bulunuyoruz. Kundera’nın Belleğin Tiyatrosu (Le Monde Diplomatique, mayıs 2003) adlı denemesinde belirttiği gibi modern dünyanın insanlığa verdiği en büyük ceza trajedi kavramının bizi terk etmiş olmasıdır.
Faretin’in bunalımlarının artması sonucunda kısa bir süre için psikyatrik tedavi görmesi amacıyla bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine (Büyü(k) Ev) kapatılır. Bir yolunu bulup oradan kaçmayı başarır ve yolu İstanbul’un 1960’lı yıllarda henüz doğal özellikleri kaybolmamış olan sakin bir Boğaziçi köyü olan Rumelihisar’a düşer.
Roman kahramanı (şair ya da Faretin) hem paranoyak aynı zamanda da parafrenik (muhayyelesinde tümden hayali olduğu kadar gerçek ögelerin de birarada bulunduğu bir dimağ) bir kişiliğe sahip.
Şairin (Faretin’in) paranoyak kişiliği onu bir “karşı ütopya” dünyası kurmaya yöneltiyor. Yaşadığı olayları marjinal bir dünya kurgusu çerçevesinde “sistematikleştirmeye” pek meraklı. Bunun için, “adabı muaşeret, bilge serseri becerileri, manifesto, serseri standartları sempozyumu, şeklinde bir ütopik dünyaya ait kurgular icat edip bunları “yazılı hale” getiriyor. Bir bakıma bir ütopik ve marjinal serseriler dünyasının retoriğini oluşturuyor. Kahramanımız Faretin’in kişiliğinin parafrenik özelliği ise onu, marjinal bir serseriler dünyasında, ancak gerçek dünya ile ilişkisini tam olarak koparmamış karakterlerin bulunduğu bir balıkçı köyündeki kişilikler ile de uyumlu bir birliktelik yaşatmayı başartıyor.
Faretin’in “Bilge Serserisi” aynı zamanda insanlığın en büyük buluşlarından biri olan ironiye de sahiptir.
“Bilge Serserinin sonu, hangi miti, nasıl ve şekilde oynarken olacak ? Bilge Serseri, çemberin dışına çıkarken, adımını çeperinin çizgisinin dışına attığında ve metaforuna uğradığında, yaratmaya çalıştığı iyi huylu başka bir dünya neşe içinde, dramdan komediye gülücüklerle merhaba diyen, kendinin şen neferi olacak....”
Faretin, balıkçı köyünde mutludur. Takıntılarından ve psikozlarından tamamen kurtulamamakla birlikte bir süreliğine de olsa göreceli bir dinginliğe kavuşmuştur.
“Mutluyum.
Denizden karaya, karadan denize baktığımda, dünyayı başka bir gözle görmeye başlamıştım.
İşte, şu karşıda Kandilli kıyısındaki küçük cami ve havada süzülen denizin yalnız çocuğu bir martı .. yeşilimsi maviyle birleşen bir kavanoz dibi parlaklığındaki billur gökyüzü..”
Anlatı bu noktadan sonra bir senfoninin allegrodan adagioya dönüşmüş ardıl bir bölümü gibi, dingin bir yapıya bürünüyor. Tornatore’nin Cinema Paradisio (Benim Sinemalarım) filmini andıran renkli ve pitoresk bir havaya bürünüyor. Değişik marjinal kişilikleri betimleyen epizodlar ile “Bilge Serseri” arketipine ait bildirge, manifesto, beceri ve adabı muaşeret bölümleri birbirini izliyor. Kahveci Tevekkel, Delibey, Akyüz Reis, Şıpırt Asım, Kulampara Fatin, Garip, Nakkaş, kah didişerek kah “şarabi ateşi” kafaya dikerek denizden çıkardıkları rızklarını diğer serserilerle paylaşarak günlerini gün ederler. Ta ki
Faretin “Ulu Manitu” tarafından çağrılana kadar.
Bakhtin’in diyalojik monolojik kavramları akla geldiğinde “Serseri Standartları” kahramanı “şair”, “manifesto”, “bildirge”, “adabı muaşeret kuralları” dizisi ile bir çeşit anti-söylem sunuyor roman içerisinde. Bu anti söylem “ romanın anlatı bölümünde dilin kullanışına da yansıyor. İstanbul Boğaz’ının Rumelihisar köyündeki balıkçı reis Akyüz, bilge serseri deli bey, balık ağı tamircisi merametçi Şıpırt Asım ve diğer marjinal kişilikleri kullandıklari dil itibariyle bir alt sınıfın ezikliği içerisinde değil bulundukları karmaşık sosyal dokunun interaksyonlarını ve sosyal değerlerini öne çıkaran bir lisan zenginliği sergiliyorlar.
Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu farklı ve marjinal yaşantıları, pek tanımadığımız, yabancısı olduğumuz dünyaları yansıtmanın bugünün temaşa dünyasında yine de kelimelerle, farklı bir dil ve üslup yaratarak mümkün olduğunu gösteriyor. Çıracıoğlu’nun romanı Ahmed Rasim ve Suad Derviş geleneğini sürdürerek İstanbul’a özgü bazı yaşantıları bu kez 1960’lı yılların İstanbul’unda yeniden değişik bir ortamda ve değişik karakterler yaratarak bizlere yansıtıyor.
Roman kahramanı Faretin’in ve onu pençesine almış bulunan nevrozun, kahramanın sahil köyü Rumelihisarı’nda ilişkiye geçtiği marjinal tiplerle uyum sağlayarak yerini bir çeşit süreli dinginliğe bırakması sadece geçici bir durumdur. Tüm dengelerin değiştiği, toplumsal depremlerin arifesindeki Türkiye’de sığınacak geçici bir liman bulan Faretin’in yazgısı, roman içerisinde ani ve sert bir kesintiye uğramakta. Dolayısıyla okuyucu birey bazında kahramanının kaderini, akıbetini hiçbir zaman bilemeyecektir.
Zaten yazarın bize vermek istediği mesaj da kişisel kurtuluşun olası olmadığı günümüz dünyasında modernite ötesine, küreselleşmeye rağmen, bireyi, özgür ve özgün bireyi, ezmeye tek tipleştirmeye çalışan egemen düzene rağmen her zaman marjinal da olsa alternatif bir dünyayı düşleyenlerin” düş kırıcı misyonerler”in ve “ordularının” varlığına inat var olmayı sürdürecekleridir. Üstelik bu var olma biçimi alternatif bir kültür oluşturacaktır. Tıpkı “Faretin”in parafrenik ve şizofrenik bileşimlerden oluşan kişiliğinin yaratmaya çalıştığı “serseriler” kategorisi gibi. Roman bu mesajı salt manifestolar, bildirgeler ile değil, anlatıda serserilere özgü bir dil oluşturarak da yansıtmaktadır.
Çıracıoğlu’nun yarattığı “bilge serseri” üst kalıbı, kabul edilmiş değerlere ve kurallara karşı bir yaşam biçimi, alternatifi, oluşturanların kim olurlarsa olsunlar “bunun bedelini ödemek” zorunda olduklarının “bilincinde” olduklarını ve bu bedeli cesaretle yüklendiklerini anlatan bir kurgu.
“Bedelin” ödendiği gün ve saat geldiğinde ise akıbet ne denli feci olursa olsun tırsma, korkma, pişmanlık, vazgeçme, dönme, kaçma, kurtulma akla bile getirilmeyecektir. Heidegger’ci Nietche’ci kişilik, tinselliğinin gereğini son kertesine kadar üstlenecektir.
Tıpkı iki bin yıl önceki Arria örneğindeki gibi “non dolet” ; “acımıyor ki !” denilecektir vasat insanlardan oluşan seyirciler topluluğunu oluşturan topluma.
Vecdi Çıracıoğlu, Serseri Standartları Sempozyumu, İthaki yayınları, İstanbul, 2004 403 s.
Raşit Gökçeli
Ekim 2004
(*) Non dolet : “Paete non dolet !” Milattan sonra 42 yılında Roma senatörü Paetus imparator Claudius tarafından intihar etmeye zorlanır. Kendini öldürecek cesareti bir türlü bulamayan Paetus’un karısı Arria hançeri kaparak göğsüne saplar. Korkak eşine: “Paete acımıyor ki” diyerek hançeri ona uzatır. Ölümsüz, tanrısal bir söz olarak tarihe geçen bu hitap Arria kişiliğini tüm zamanların bir kült karakterine dönüştürür.
Vecdi Çıracıoğlu, “Kara Büyülü Uyku” romanı ile Can Yayınları’nın 1999 yılı ilk roman ödülünü kazanmıştı. Daha sonra “Cimri Kirpi” romanı ve “Nehirler Denize Kavuşur” öykü kitapları yayınlanmıştı. Çıracıoğlu’nun tüm kitapları şimdilerde İthaki Yayınları tarafından yayınlanıyor.
Roman 1960 İstanbul’unda yer alıyor. Türkiye birtakım olaylara gebe. Tarlabaşı’nda Bukowski’yi anımsatan “garip” ekolü içerisinde yer aldığını sanan, berbat şiirler yazan, Asaf Halet Çelebi hayranı marjinal bir şair, bir yığın psikolojik bunalım içerisinde kişiliğinin derinine sızmış iblislerle ayıboğan güreşi yapmakta.
“Aynada kendime baktım, yüzüm yoktu !
... Silik aynada bir karafatma, bir hamamböceğiydim. Bir süre öylesine, kendimi seyrederek kalakaldım.”
Kafka’yı çağrıştıran bir nevroz anlatısı ile karşı karşıya olduğumuzu daha romanın ilk başlarından kavrayabiliyoruz.
“Fareydim ... Belki de yaratıcının casusuydum bu hayatta...
....ben bir piranha mıyım? Hayatın neresinde duracağımı bilemediğim zamanlardan sonra bir piranha olmaya çalıştım ama olamadım...”
Anlatı, bilinç akışları ile harmanlanarak bunalım, okuyucuya derinlemesine sunuluyor.
....evet ötekilerin düşleri çok kötü kokuyor ama düşlerimi faka bastırarak korkutup çürütemeyecekler...”
“Henüz uzmanı olmadığım düşlerime yavaş yavaş ısındığım .. ağır kapıların ardındaki bir düşe ulaşabilmek için sürgüyü içeriden açmayı bilmediğim zamanlardı ..”
“Şiire başladığım yıllardı. Adımdaki “H” ve iki tane “T”den birini çıkarttım ve adım Faretin oldu...”
“Yazmanın sıfır noktası ve üretim rahminin bulunmayışı belki çok eski bir unutuştan, bir hatırlamayıştan kaynaklanıyor...”
“Bir hülyam var, nedenini kendimin de bilmediği; insanın itaatsizliğinin itaatsizlikle yok edildiği bir dünya yaratmaktan geçiyor. Tek arzum, önce bu coğrafyada, ardından dünyanın çeşitli yörelerinden Bilge Serserileri bir araya toplayarak günlük yaşamdan uzak, maddi dünya nimetlerini dışlayarak yeni bir yaşam yaratmanın temellerini atan Serseri Standartları Sempozyumu’nu hayata geçirmek.
Acı çeken insanlığın geleceği bana göre, “Serseri Standartları Sempozyumu’nda yatıyor.”
İşte sempozyuma sunulacak “1.no.lu manifesto”dan alıntılar :
“Dostlar,
Kısacası insanın onuruna duyduğum inanç onun dünya üzerindeki en büyük serseri olmasına dayanıyor... O, insan onuru ve bireysel özgürlüğün şampiyonudur, zaptedilecek en son insandır...
... hiçbir insan bilgenin bilgeliğinden, deliliğin bilgeliğine ilerlemedikçe ve ilk önce yaşamın trajedisi ve daha sonra komedisini hissederek gülen bir filozof haline gelmedikçe, onun bilge olabileceğini düşünmüyorum...”
İşte trajedi ögesine gelmiş bulunuyoruz. Kundera’nın Belleğin Tiyatrosu (Le Monde Diplomatique, mayıs 2003) adlı denemesinde belirttiği gibi modern dünyanın insanlığa verdiği en büyük ceza trajedi kavramının bizi terk etmiş olmasıdır.
Faretin’in bunalımlarının artması sonucunda kısa bir süre için psikyatrik tedavi görmesi amacıyla bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine (Büyü(k) Ev) kapatılır. Bir yolunu bulup oradan kaçmayı başarır ve yolu İstanbul’un 1960’lı yıllarda henüz doğal özellikleri kaybolmamış olan sakin bir Boğaziçi köyü olan Rumelihisar’a düşer.
Roman kahramanı (şair ya da Faretin) hem paranoyak aynı zamanda da parafrenik (muhayyelesinde tümden hayali olduğu kadar gerçek ögelerin de birarada bulunduğu bir dimağ) bir kişiliğe sahip.
Şairin (Faretin’in) paranoyak kişiliği onu bir “karşı ütopya” dünyası kurmaya yöneltiyor. Yaşadığı olayları marjinal bir dünya kurgusu çerçevesinde “sistematikleştirmeye” pek meraklı. Bunun için, “adabı muaşeret, bilge serseri becerileri, manifesto, serseri standartları sempozyumu, şeklinde bir ütopik dünyaya ait kurgular icat edip bunları “yazılı hale” getiriyor. Bir bakıma bir ütopik ve marjinal serseriler dünyasının retoriğini oluşturuyor. Kahramanımız Faretin’in kişiliğinin parafrenik özelliği ise onu, marjinal bir serseriler dünyasında, ancak gerçek dünya ile ilişkisini tam olarak koparmamış karakterlerin bulunduğu bir balıkçı köyündeki kişilikler ile de uyumlu bir birliktelik yaşatmayı başartıyor.
Faretin’in “Bilge Serserisi” aynı zamanda insanlığın en büyük buluşlarından biri olan ironiye de sahiptir.
“Bilge Serserinin sonu, hangi miti, nasıl ve şekilde oynarken olacak ? Bilge Serseri, çemberin dışına çıkarken, adımını çeperinin çizgisinin dışına attığında ve metaforuna uğradığında, yaratmaya çalıştığı iyi huylu başka bir dünya neşe içinde, dramdan komediye gülücüklerle merhaba diyen, kendinin şen neferi olacak....”
Faretin, balıkçı köyünde mutludur. Takıntılarından ve psikozlarından tamamen kurtulamamakla birlikte bir süreliğine de olsa göreceli bir dinginliğe kavuşmuştur.
“Mutluyum.
Denizden karaya, karadan denize baktığımda, dünyayı başka bir gözle görmeye başlamıştım.
İşte, şu karşıda Kandilli kıyısındaki küçük cami ve havada süzülen denizin yalnız çocuğu bir martı .. yeşilimsi maviyle birleşen bir kavanoz dibi parlaklığındaki billur gökyüzü..”
Anlatı bu noktadan sonra bir senfoninin allegrodan adagioya dönüşmüş ardıl bir bölümü gibi, dingin bir yapıya bürünüyor. Tornatore’nin Cinema Paradisio (Benim Sinemalarım) filmini andıran renkli ve pitoresk bir havaya bürünüyor. Değişik marjinal kişilikleri betimleyen epizodlar ile “Bilge Serseri” arketipine ait bildirge, manifesto, beceri ve adabı muaşeret bölümleri birbirini izliyor. Kahveci Tevekkel, Delibey, Akyüz Reis, Şıpırt Asım, Kulampara Fatin, Garip, Nakkaş, kah didişerek kah “şarabi ateşi” kafaya dikerek denizden çıkardıkları rızklarını diğer serserilerle paylaşarak günlerini gün ederler. Ta ki
Faretin “Ulu Manitu” tarafından çağrılana kadar.
Bakhtin’in diyalojik monolojik kavramları akla geldiğinde “Serseri Standartları” kahramanı “şair”, “manifesto”, “bildirge”, “adabı muaşeret kuralları” dizisi ile bir çeşit anti-söylem sunuyor roman içerisinde. Bu anti söylem “ romanın anlatı bölümünde dilin kullanışına da yansıyor. İstanbul Boğaz’ının Rumelihisar köyündeki balıkçı reis Akyüz, bilge serseri deli bey, balık ağı tamircisi merametçi Şıpırt Asım ve diğer marjinal kişilikleri kullandıklari dil itibariyle bir alt sınıfın ezikliği içerisinde değil bulundukları karmaşık sosyal dokunun interaksyonlarını ve sosyal değerlerini öne çıkaran bir lisan zenginliği sergiliyorlar.
Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu farklı ve marjinal yaşantıları, pek tanımadığımız, yabancısı olduğumuz dünyaları yansıtmanın bugünün temaşa dünyasında yine de kelimelerle, farklı bir dil ve üslup yaratarak mümkün olduğunu gösteriyor. Çıracıoğlu’nun romanı Ahmed Rasim ve Suad Derviş geleneğini sürdürerek İstanbul’a özgü bazı yaşantıları bu kez 1960’lı yılların İstanbul’unda yeniden değişik bir ortamda ve değişik karakterler yaratarak bizlere yansıtıyor.
Roman kahramanı Faretin’in ve onu pençesine almış bulunan nevrozun, kahramanın sahil köyü Rumelihisarı’nda ilişkiye geçtiği marjinal tiplerle uyum sağlayarak yerini bir çeşit süreli dinginliğe bırakması sadece geçici bir durumdur. Tüm dengelerin değiştiği, toplumsal depremlerin arifesindeki Türkiye’de sığınacak geçici bir liman bulan Faretin’in yazgısı, roman içerisinde ani ve sert bir kesintiye uğramakta. Dolayısıyla okuyucu birey bazında kahramanının kaderini, akıbetini hiçbir zaman bilemeyecektir.
Zaten yazarın bize vermek istediği mesaj da kişisel kurtuluşun olası olmadığı günümüz dünyasında modernite ötesine, küreselleşmeye rağmen, bireyi, özgür ve özgün bireyi, ezmeye tek tipleştirmeye çalışan egemen düzene rağmen her zaman marjinal da olsa alternatif bir dünyayı düşleyenlerin” düş kırıcı misyonerler”in ve “ordularının” varlığına inat var olmayı sürdürecekleridir. Üstelik bu var olma biçimi alternatif bir kültür oluşturacaktır. Tıpkı “Faretin”in parafrenik ve şizofrenik bileşimlerden oluşan kişiliğinin yaratmaya çalıştığı “serseriler” kategorisi gibi. Roman bu mesajı salt manifestolar, bildirgeler ile değil, anlatıda serserilere özgü bir dil oluşturarak da yansıtmaktadır.
Çıracıoğlu’nun yarattığı “bilge serseri” üst kalıbı, kabul edilmiş değerlere ve kurallara karşı bir yaşam biçimi, alternatifi, oluşturanların kim olurlarsa olsunlar “bunun bedelini ödemek” zorunda olduklarının “bilincinde” olduklarını ve bu bedeli cesaretle yüklendiklerini anlatan bir kurgu.
“Bedelin” ödendiği gün ve saat geldiğinde ise akıbet ne denli feci olursa olsun tırsma, korkma, pişmanlık, vazgeçme, dönme, kaçma, kurtulma akla bile getirilmeyecektir. Heidegger’ci Nietche’ci kişilik, tinselliğinin gereğini son kertesine kadar üstlenecektir.
Tıpkı iki bin yıl önceki Arria örneğindeki gibi “non dolet” ; “acımıyor ki !” denilecektir vasat insanlardan oluşan seyirciler topluluğunu oluşturan topluma.
Troya’nın Otuz Asır Geçtikten Sonra Alınan İntikamı
KAPIDAKİ DÜŞMAN
Enemy at the Gates
Troya’nın Otuz Asır Geçtikten Sonra Alınan İntikamı Kalıcı mı ?
Raşit Gökçeli
(Mayıs 2001)
( Nisan 2001 - Almanya, İngiltere, İrlanda, ABD; UIP / 131 )
Yönetmen : Jean-Jacques Annaud
Senaryo : Jean-Jacques Annaud, Alain Godard
Görüntü Yönetmeni : Robert Fraise
Müzik : James Horner
Oyuncular :
Jude Law : Vassily Zaitzev
Ed Harris : Binbaşı König
Joseph Fiennes : Danilov
Rachel Weisz : Tania
Koulikov : Ron Perlman
Sacha : Gabriel Marshall Toms
1942 eylülünde Stalingrad (Volgograd) Nazi Almanyasının eline düşmek üzeredir. Eğer Almanlar Stalingrad’ı alabilirler ise bu Sovyetler Birliğinin sonu olacaktır. Belki de 2. Dünya Savaşının dönüm noktasını oluşturan Stalingrad Savaşı ikili bir yapıya sahiptir. Yirminci Asır’ın en gelişmiş, teçhizatlı ve mekanize Alman ordusu ile modern bir savaş görünümü vermekte ise de bir o kadar antik çağlara özgü şehir muhasarasıdır da bu savaş...
Volga nehrinin öteki kıyısında kalmış olan Stalingrad şehri, halkı ve tüm Sovyetler’den gelen gönüllülerle son ferdine kadar dayanmak zorundadır. Büyük “patron” Stalin’in emri kesindir. Tek bir adım geriye atılmayacak ve gerekirse orada ölünecektir. Kent bir yıkıntı halindedir. Almanlar’ın zaptedeceği bir şey kalmamıştır. Taş üstünde taş kalmamıştır. Ama öbür hakimi mutlak, yani Hitler, Rusya kışının öncü dehşetini yaşamaya başlayan Alman askerlerine kesin emir vermiştir: Kayıplar ne olursa olsun, Stalingrad Sovyet Ordusu’ndan temizlenecektir !
Ve dünyanın o zamana kadar gördüğü en korkunç konvansiyonel savaşta, her iki tarafın askerleri sinek gibi ölmektedir.
Özellikle Sovyetler’in durumu fecidir. Rusya’nın dört bir yanından gelen gönüllüler tıka basa takalara bindirilerek Volga nehrinin öte kıyısına ağır Alman bombardımanı altında sevkedilmektedir. İki kişiye bir tüfek ile beş kurşun verilebilmektedir. Zaiyat en az yüzde elli olacağı için tüfek ve kurşunlar sağ kalan tarafından kullanılacaktır. Korkup kaçanlar ya da denize atlayanlar siyasi subaylar tarafından vurulmaktadır.
Başarısız komutanlar likide edilmektedir. Stalin iş becerir bir parti yetkilisini tam yetkili komutan olarak atamıştır.
Bu yetkilinin adı Nikita Kruşçev’dir !
Ve bu can pazarında her nasılsa sağ salim karşı kıyıya ulaşan takviye kuvvetleri arasında yer alan genç bir siyasi komiser, inanılmaz bir nişancılık yeteneği olan ve Ural Dağları’ndan gelen bir genç avcı ile ortak bir macera yaşar. Olağanüstü nişancılık yeteneklerine sahip olan gencin elindeki tüfek ve beş kurşunla beş Alman’ı şaşmaz bir dakiklikle tek tek hakladığına tanık olmuştur.
Toplumsal imgelem yaratmak...
Kruşçev bir yeraltı sığınağında siyasi komiserlerle komutanları toplamıştır. Sormaktadır..
- “Bir çare düşünebilen var mı” ?
-“Kaçanları vuralım, beceriksiz komutanları kurşuna dizelim”...
-“Bütün bunları zaten yaptık”, der Kruşçev.
O sırada genç siyasi komiser (Danilov) söz alır.
-“İnsanlara ümit vermemiz gerekiyor” der.
Bu nasıl olacaktır ?
-“Örnek ve umut verici hareketler yaratarak ve insanların kendilerini özdeşleştirecekleri kahramanlar yaratarak” der komiser Danilov.
-“Bu tür bir örnek biliyor musun ?” diye sorar Kruşçev.
Danilov’un yanıtı,
-“Evet”tir.
Ve Ural’lı genç çobanı, yani Vasssily Zaitsev’i örnek kahraman adayı olarak önerir.
Bu öneriye Kruşçev’in aklı yatmıştır.
Ve Stalingrad muharebesinin keskin nişancılar bölüğü macerası böylelikle başlar.
Böylesi bir anlatım dilini bir filmde, hele hele Hollywood’vari bir süper prodüksyon formatı içerisinde sunabilmek önemli bir sinemacılık dehası işidir.
Jean-Jacques Annaud burada Malaparte’nin “Kaputt”undaki o yalın, keskin ve insanı yüzünde şaklayan bir kamçının yanıcı izi gibi çarpan o emsalsiz anlatım dilini yakalamıştır.
O Malaparte ki, hiç kimse onun kadar çarpıcı ve öz bir biçimde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatamamıştır. Ve röportajları ile Yirminci Yüzyıl’ın en önemli yazarları arasına girmiştir.
Malaparte’nin röportajları dönüşüm geçirerek, bir anlatım ögesi niteliğine bürünerek bir dil biçemi olarak Annaud’un sinema diliyle bütünleşmiştir.
Annaud herhangi bir rejisör değil. Daha önce Ateş ve Ayı filmlerinden hatırladığımız yönetmen çağdaş sinemanın en büyükleri arasındaki yerini şimdiden aldı.
“Tanrı’nın ayrıntılarda gizli olduğunu” bilen bir sinema ustası ile karşı karşıyayız. Ateş filminde ateşi keşfeden ilk insan topluluklarının macerası anlatılırken o filme mahsus olmak üzere ünlü dilbilimciye (Burgess ), özel bir dil sipariş etmişti! Tarih öncesi bir insan toplumunun konuşabileceği bir dil sırf o film için özel olarak tasarlanmıştı. Ve filmde bu suni dil konuşuluyordu !
İşte Annaud, Stalingrad Muhasarası’na böylesi bir sinema adamı titizliğiyle yaklaşıyor.
Filmin ana öyküsü ile tali öyküleri birbirlerini destekleyerek ve organik bir biçimde bütünleyerek gelişiyorlar.
İkincil karakterler öyküyü senaryoyu ve filmi zenginleştiriyorlar.
Zaitsev’i öldürmek üzere gönderilen prestijli Zossen Atıcılık Okulu’nun isim yapmış komutanı Binbaşı König’in, henüz Sovyetlerle Nazi Almanyası saldırmazlık paktı imzaladıkları dönemde, öğrencisi olmuş ve Zaitsev ile birlikte Sovyet’lerin Keskin Nişancılar Bölüğü’nde çarpışan bir Koulikov tiplemesi, Binbaşı König’i izlemek amacı ile kendisinden yararlanılan küçük kunduracı Sacha’nın dramı güçlü bir senaryonun zenginleştirici ögeleri olarak karşımıza çıkıyorlar.
Fakat filmin asıl önemi, ana öykünün bir üst dil ile bütünleşmesidir.
Konuyu açalım. Ve ana öyküye dönelim.
Keskin Nişancı Bölüğü, kısa zamanda savaşın kazanılması için Rus halkında bir ümit kapısı açar. Bölüğün as nişancısı olan Vassily Zaitsev bir kahraman olur. Parti gazetesinde resmi basılır. Stalin’den övgü alır. Tüm Rusya’dan mektuplar yağar kendisine. Danilov öyküyü siyasileştiren ve imal eden beyindir. Ve Almanlar, Zossen Atıcılık ve Nişancılık Okulu komutanı, şöhretli Binbaşı König’i, Zaitsev belasından kurtulmak için Stalingrad’a göndermek zorunda kalırlar.
Savaş, imge ister...
Bu noktadan sonra çarpışan iki zıt rejimin “simge - bayrak” adamları olur kahramanlarımız Zaitsev ve König.
Birer “Savaş İmge”sidirler. Her iki tarafın imgeleminde savaşın sembolleridirler.
Ural’lı çoban Zaitsev proleter Sovyetler’in, Prusya’lı asılzade König ise Naziler’in savaş makinelerini ikinci plana atan birer ulusal imge haline dönüşmüşlerdir.
İşte filmin hayli orijinal olan konusu bu entrika etrafında şekillenir.
Filmde alt dil ustaca kullanılmaktadır. Bir yandan süper prodüksyonlara özgü başarılı savaş sahneleri öte yandan pusuya yatmış keskin nişancıların tüfeğin dürbününden biribirlerinin en mahrem özel ayrıntılarını dikizledikleri o olağanüstü gerilimli sahneler...
Ural’lı çoban Zaitsev ile Prusyalı asılzade Binbaşı König iki ulusun iki ayrı rejimin ölüm kalım boğazlaşmasındaki savaş bayraklarına dönüşmüşlerdir. Bu anlatım alt anlatımlarla birlikte filmin alt dilini oluşturuyor.
Üst dil
Toptan savaşın ölüm kalım aşamasında her iki tarafın birer simgeye sarılarak kendilerine ait bir toplumsal simgesel evren (imajiner) yaratmaları ise filmin üst dilini oluşturuyor.
Burada bir kişisel anımı okuyucu ile paylaşmak istiyorum.
1962 yılıydı. Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, Arif Damar ve bir grup Mavi Yolcu’nun oluşturduğu bir Mavi Gezi’den İstanbul’a dönülüyordu. Çanakkale’den bir gemiye binilmiş İstanbul’a yol alınıyordu. Bir ara Melih Cevdet Anday topluluğa sordu:
-“Troyalılar’dan mı Akhalılar’dan mı yanasınız” ?
Herkes Troyalılar’dan (Anadolu’dan ?) yana olduğunu söylüyor idi ama öne sürülen nedenlerden hiçbiri Melih Cevdet Anday’ı tatmin etmemişti!
Belki de hiç kimse Troyalı’ların Akhalı’larla savaşının. tarihin kadim çağlarından bu yana gelerek bizim bugünkü toplumsal simgesel evrenimizi oluşturan unsurlardan biri olduğunu açıkça söyleyemediği için tatmin olmamıştı sayın Anday.
“Troya’da Ölüm Vardı” adlı yapıtında Anday’ın kullandığı at imajı acaba Türk toplumunun kollektif simgesel belleğinde yer alan at imgesinin, bir sanatçı sezgisi ve bilinciyle Troya Efsanesi’nin toplumsal simgesel evrenimizde aldığı yeri çağrıştıran bir öge olabilir mi ?
Hektor ile Akhilleus
Stalingrad Muhasarası’nın filmi “Kapıdaki Düşman” filmine dönecek olursak, Jean-Jacques Annaud’nun karşı karşıya gelen iki keskin nişancının kimliğinde, sadece Nazi rejimi ile Sovyet rejimi’ni simgeleyen bir alt dil kullanmadığı görülür. Annaud, aynı zamanda ve koşut olarak, bir teknolojik meydan savaşının kadim çağlardan gelen iki toplumsal simgesel evrenin çarpışması haline dönüştüğünü vurguluyor. Zaitsev ile König’in eksi otuz derecede Volga ırmağı kıyılarında birbirlerini kollamaları, Troya - Akha savaşındaki Hektor ile Akhilleus’un teke tek vuruşması efsanesine dönüşüveriyor bir üst dilde.
Ve bu kez otuz küsur asır sonra yenilen Hektor değil Akhilleus oluyor !?
ALT DİL’ e dönüş...
Ancak...
Ancak üst dilden alt dile geçtiğimizde, yani filmin entrikasına doğru yeryüzüne bir iniş yaptığımızda nevzuhur Hektor’un zaferinin pek de kalıcı olmadığını görüyoruz.
Zira, Sovyetler’in zaferi kurulacak olan yeni dünyanın başarılı olacağı anlamına gelmemektedir.
1942 yılı Nazizm’in yükselişinin dönüm noktası olmuştur ama, muzaffer olarak görünen Zaitsev’in tarafını da orta vadede yıkım beklemektedir. 1942 yılında Mayakovski çoktan intihar etmiştir. 1932 - 1936 yılları arasında Sovyetler’in kurucu kadroları başta Trotski olmak üzere tasfiye edilmişlerdir. Filmin kahramanlarından siyasi komiser Danilov savunduğu sistemin çıkmazlarını görerek ve bir umutsuzluk içinde terki hayat edecektir.
Danilov’un, Zaitsev’in König’i haklayabilmesi için kendini feda ettiği o sahnede Zaitsev’e anlattıkları unutulabilir mi ?
“Biz Sovyetler olarak eşit bir topum kurmayı hayal ettik. Komşuların birbirlerini kıskanmıyacakları bir toplum. Oysa her toplumda zenginler ve fakirler olacaktır. Yetenek zenginleri, yetenek fıkaraları, sevgi zenginleri, sevgi fıkaraları” !
Stalingrad savunmasının kahraman ve acımasız komutanı Kruşçev’i ise benzer bir son, üstelik sistemin tepesinde iken, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri iken, yirmi iki yıl sonra 1964’te beklemektedir! Ve 1991 yılında, “inandığım ve uğruna çarpıştığım her şey çöktü” diyerek intihar eden Mareşal Akromeyev kim bilir o sırada nerededir? Hangi muzaffer birliğin başında Almanlar’ı kovalamaktadır ?
Sonuç olarak...
Sonuç olarak , güçlü bir senaryo, sinematografik olanakları ve teknikleri kusursuz olarak kullanan ve fakat bir süper prodüksyonun sathiliğine düşmeyen, entrikanın ve alt entrikaların mükemmel bir biçimde birbirlerine eklemlendiği bir film çalışması ile karşı karşıyayız. Ancak filme bir sinema klasiği çapı veren unsur ise kullanılan temanın aynı zamanda bir üst dile sıçrama kapasitesidir. Kadim savaşlar ile bugünün modern savaşlarının son tahlilde toplumsal imgelemde benzer kategorileri ifade ettiklerini vurgulayan mesajı ile “Kapıdaki Düşman” filmi uzun zaman belleklerimizden çıkmayacaktır.
Enemy at the Gates
Troya’nın Otuz Asır Geçtikten Sonra Alınan İntikamı Kalıcı mı ?
Raşit Gökçeli
(Mayıs 2001)
( Nisan 2001 - Almanya, İngiltere, İrlanda, ABD; UIP / 131 )
Yönetmen : Jean-Jacques Annaud
Senaryo : Jean-Jacques Annaud, Alain Godard
Görüntü Yönetmeni : Robert Fraise
Müzik : James Horner
Oyuncular :
Jude Law : Vassily Zaitzev
Ed Harris : Binbaşı König
Joseph Fiennes : Danilov
Rachel Weisz : Tania
Koulikov : Ron Perlman
Sacha : Gabriel Marshall Toms
1942 eylülünde Stalingrad (Volgograd) Nazi Almanyasının eline düşmek üzeredir. Eğer Almanlar Stalingrad’ı alabilirler ise bu Sovyetler Birliğinin sonu olacaktır. Belki de 2. Dünya Savaşının dönüm noktasını oluşturan Stalingrad Savaşı ikili bir yapıya sahiptir. Yirminci Asır’ın en gelişmiş, teçhizatlı ve mekanize Alman ordusu ile modern bir savaş görünümü vermekte ise de bir o kadar antik çağlara özgü şehir muhasarasıdır da bu savaş...
Volga nehrinin öteki kıyısında kalmış olan Stalingrad şehri, halkı ve tüm Sovyetler’den gelen gönüllülerle son ferdine kadar dayanmak zorundadır. Büyük “patron” Stalin’in emri kesindir. Tek bir adım geriye atılmayacak ve gerekirse orada ölünecektir. Kent bir yıkıntı halindedir. Almanlar’ın zaptedeceği bir şey kalmamıştır. Taş üstünde taş kalmamıştır. Ama öbür hakimi mutlak, yani Hitler, Rusya kışının öncü dehşetini yaşamaya başlayan Alman askerlerine kesin emir vermiştir: Kayıplar ne olursa olsun, Stalingrad Sovyet Ordusu’ndan temizlenecektir !
Ve dünyanın o zamana kadar gördüğü en korkunç konvansiyonel savaşta, her iki tarafın askerleri sinek gibi ölmektedir.
Özellikle Sovyetler’in durumu fecidir. Rusya’nın dört bir yanından gelen gönüllüler tıka basa takalara bindirilerek Volga nehrinin öte kıyısına ağır Alman bombardımanı altında sevkedilmektedir. İki kişiye bir tüfek ile beş kurşun verilebilmektedir. Zaiyat en az yüzde elli olacağı için tüfek ve kurşunlar sağ kalan tarafından kullanılacaktır. Korkup kaçanlar ya da denize atlayanlar siyasi subaylar tarafından vurulmaktadır.
Başarısız komutanlar likide edilmektedir. Stalin iş becerir bir parti yetkilisini tam yetkili komutan olarak atamıştır.
Bu yetkilinin adı Nikita Kruşçev’dir !
Ve bu can pazarında her nasılsa sağ salim karşı kıyıya ulaşan takviye kuvvetleri arasında yer alan genç bir siyasi komiser, inanılmaz bir nişancılık yeteneği olan ve Ural Dağları’ndan gelen bir genç avcı ile ortak bir macera yaşar. Olağanüstü nişancılık yeteneklerine sahip olan gencin elindeki tüfek ve beş kurşunla beş Alman’ı şaşmaz bir dakiklikle tek tek hakladığına tanık olmuştur.
Toplumsal imgelem yaratmak...
Kruşçev bir yeraltı sığınağında siyasi komiserlerle komutanları toplamıştır. Sormaktadır..
- “Bir çare düşünebilen var mı” ?
-“Kaçanları vuralım, beceriksiz komutanları kurşuna dizelim”...
-“Bütün bunları zaten yaptık”, der Kruşçev.
O sırada genç siyasi komiser (Danilov) söz alır.
-“İnsanlara ümit vermemiz gerekiyor” der.
Bu nasıl olacaktır ?
-“Örnek ve umut verici hareketler yaratarak ve insanların kendilerini özdeşleştirecekleri kahramanlar yaratarak” der komiser Danilov.
-“Bu tür bir örnek biliyor musun ?” diye sorar Kruşçev.
Danilov’un yanıtı,
-“Evet”tir.
Ve Ural’lı genç çobanı, yani Vasssily Zaitsev’i örnek kahraman adayı olarak önerir.
Bu öneriye Kruşçev’in aklı yatmıştır.
Ve Stalingrad muharebesinin keskin nişancılar bölüğü macerası böylelikle başlar.
Böylesi bir anlatım dilini bir filmde, hele hele Hollywood’vari bir süper prodüksyon formatı içerisinde sunabilmek önemli bir sinemacılık dehası işidir.
Jean-Jacques Annaud burada Malaparte’nin “Kaputt”undaki o yalın, keskin ve insanı yüzünde şaklayan bir kamçının yanıcı izi gibi çarpan o emsalsiz anlatım dilini yakalamıştır.
O Malaparte ki, hiç kimse onun kadar çarpıcı ve öz bir biçimde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatamamıştır. Ve röportajları ile Yirminci Yüzyıl’ın en önemli yazarları arasına girmiştir.
Malaparte’nin röportajları dönüşüm geçirerek, bir anlatım ögesi niteliğine bürünerek bir dil biçemi olarak Annaud’un sinema diliyle bütünleşmiştir.
Annaud herhangi bir rejisör değil. Daha önce Ateş ve Ayı filmlerinden hatırladığımız yönetmen çağdaş sinemanın en büyükleri arasındaki yerini şimdiden aldı.
“Tanrı’nın ayrıntılarda gizli olduğunu” bilen bir sinema ustası ile karşı karşıyayız. Ateş filminde ateşi keşfeden ilk insan topluluklarının macerası anlatılırken o filme mahsus olmak üzere ünlü dilbilimciye (Burgess ), özel bir dil sipariş etmişti! Tarih öncesi bir insan toplumunun konuşabileceği bir dil sırf o film için özel olarak tasarlanmıştı. Ve filmde bu suni dil konuşuluyordu !
İşte Annaud, Stalingrad Muhasarası’na böylesi bir sinema adamı titizliğiyle yaklaşıyor.
Filmin ana öyküsü ile tali öyküleri birbirlerini destekleyerek ve organik bir biçimde bütünleyerek gelişiyorlar.
İkincil karakterler öyküyü senaryoyu ve filmi zenginleştiriyorlar.
Zaitsev’i öldürmek üzere gönderilen prestijli Zossen Atıcılık Okulu’nun isim yapmış komutanı Binbaşı König’in, henüz Sovyetlerle Nazi Almanyası saldırmazlık paktı imzaladıkları dönemde, öğrencisi olmuş ve Zaitsev ile birlikte Sovyet’lerin Keskin Nişancılar Bölüğü’nde çarpışan bir Koulikov tiplemesi, Binbaşı König’i izlemek amacı ile kendisinden yararlanılan küçük kunduracı Sacha’nın dramı güçlü bir senaryonun zenginleştirici ögeleri olarak karşımıza çıkıyorlar.
Fakat filmin asıl önemi, ana öykünün bir üst dil ile bütünleşmesidir.
Konuyu açalım. Ve ana öyküye dönelim.
Keskin Nişancı Bölüğü, kısa zamanda savaşın kazanılması için Rus halkında bir ümit kapısı açar. Bölüğün as nişancısı olan Vassily Zaitsev bir kahraman olur. Parti gazetesinde resmi basılır. Stalin’den övgü alır. Tüm Rusya’dan mektuplar yağar kendisine. Danilov öyküyü siyasileştiren ve imal eden beyindir. Ve Almanlar, Zossen Atıcılık ve Nişancılık Okulu komutanı, şöhretli Binbaşı König’i, Zaitsev belasından kurtulmak için Stalingrad’a göndermek zorunda kalırlar.
Savaş, imge ister...
Bu noktadan sonra çarpışan iki zıt rejimin “simge - bayrak” adamları olur kahramanlarımız Zaitsev ve König.
Birer “Savaş İmge”sidirler. Her iki tarafın imgeleminde savaşın sembolleridirler.
Ural’lı çoban Zaitsev proleter Sovyetler’in, Prusya’lı asılzade König ise Naziler’in savaş makinelerini ikinci plana atan birer ulusal imge haline dönüşmüşlerdir.
İşte filmin hayli orijinal olan konusu bu entrika etrafında şekillenir.
Filmde alt dil ustaca kullanılmaktadır. Bir yandan süper prodüksyonlara özgü başarılı savaş sahneleri öte yandan pusuya yatmış keskin nişancıların tüfeğin dürbününden biribirlerinin en mahrem özel ayrıntılarını dikizledikleri o olağanüstü gerilimli sahneler...
Ural’lı çoban Zaitsev ile Prusyalı asılzade Binbaşı König iki ulusun iki ayrı rejimin ölüm kalım boğazlaşmasındaki savaş bayraklarına dönüşmüşlerdir. Bu anlatım alt anlatımlarla birlikte filmin alt dilini oluşturuyor.
Üst dil
Toptan savaşın ölüm kalım aşamasında her iki tarafın birer simgeye sarılarak kendilerine ait bir toplumsal simgesel evren (imajiner) yaratmaları ise filmin üst dilini oluşturuyor.
Burada bir kişisel anımı okuyucu ile paylaşmak istiyorum.
1962 yılıydı. Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, Arif Damar ve bir grup Mavi Yolcu’nun oluşturduğu bir Mavi Gezi’den İstanbul’a dönülüyordu. Çanakkale’den bir gemiye binilmiş İstanbul’a yol alınıyordu. Bir ara Melih Cevdet Anday topluluğa sordu:
-“Troyalılar’dan mı Akhalılar’dan mı yanasınız” ?
Herkes Troyalılar’dan (Anadolu’dan ?) yana olduğunu söylüyor idi ama öne sürülen nedenlerden hiçbiri Melih Cevdet Anday’ı tatmin etmemişti!
Belki de hiç kimse Troyalı’ların Akhalı’larla savaşının. tarihin kadim çağlarından bu yana gelerek bizim bugünkü toplumsal simgesel evrenimizi oluşturan unsurlardan biri olduğunu açıkça söyleyemediği için tatmin olmamıştı sayın Anday.
“Troya’da Ölüm Vardı” adlı yapıtında Anday’ın kullandığı at imajı acaba Türk toplumunun kollektif simgesel belleğinde yer alan at imgesinin, bir sanatçı sezgisi ve bilinciyle Troya Efsanesi’nin toplumsal simgesel evrenimizde aldığı yeri çağrıştıran bir öge olabilir mi ?
Hektor ile Akhilleus
Stalingrad Muhasarası’nın filmi “Kapıdaki Düşman” filmine dönecek olursak, Jean-Jacques Annaud’nun karşı karşıya gelen iki keskin nişancının kimliğinde, sadece Nazi rejimi ile Sovyet rejimi’ni simgeleyen bir alt dil kullanmadığı görülür. Annaud, aynı zamanda ve koşut olarak, bir teknolojik meydan savaşının kadim çağlardan gelen iki toplumsal simgesel evrenin çarpışması haline dönüştüğünü vurguluyor. Zaitsev ile König’in eksi otuz derecede Volga ırmağı kıyılarında birbirlerini kollamaları, Troya - Akha savaşındaki Hektor ile Akhilleus’un teke tek vuruşması efsanesine dönüşüveriyor bir üst dilde.
Ve bu kez otuz küsur asır sonra yenilen Hektor değil Akhilleus oluyor !?
ALT DİL’ e dönüş...
Ancak...
Ancak üst dilden alt dile geçtiğimizde, yani filmin entrikasına doğru yeryüzüne bir iniş yaptığımızda nevzuhur Hektor’un zaferinin pek de kalıcı olmadığını görüyoruz.
Zira, Sovyetler’in zaferi kurulacak olan yeni dünyanın başarılı olacağı anlamına gelmemektedir.
1942 yılı Nazizm’in yükselişinin dönüm noktası olmuştur ama, muzaffer olarak görünen Zaitsev’in tarafını da orta vadede yıkım beklemektedir. 1942 yılında Mayakovski çoktan intihar etmiştir. 1932 - 1936 yılları arasında Sovyetler’in kurucu kadroları başta Trotski olmak üzere tasfiye edilmişlerdir. Filmin kahramanlarından siyasi komiser Danilov savunduğu sistemin çıkmazlarını görerek ve bir umutsuzluk içinde terki hayat edecektir.
Danilov’un, Zaitsev’in König’i haklayabilmesi için kendini feda ettiği o sahnede Zaitsev’e anlattıkları unutulabilir mi ?
“Biz Sovyetler olarak eşit bir topum kurmayı hayal ettik. Komşuların birbirlerini kıskanmıyacakları bir toplum. Oysa her toplumda zenginler ve fakirler olacaktır. Yetenek zenginleri, yetenek fıkaraları, sevgi zenginleri, sevgi fıkaraları” !
Stalingrad savunmasının kahraman ve acımasız komutanı Kruşçev’i ise benzer bir son, üstelik sistemin tepesinde iken, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri iken, yirmi iki yıl sonra 1964’te beklemektedir! Ve 1991 yılında, “inandığım ve uğruna çarpıştığım her şey çöktü” diyerek intihar eden Mareşal Akromeyev kim bilir o sırada nerededir? Hangi muzaffer birliğin başında Almanlar’ı kovalamaktadır ?
Sonuç olarak...
Sonuç olarak , güçlü bir senaryo, sinematografik olanakları ve teknikleri kusursuz olarak kullanan ve fakat bir süper prodüksyonun sathiliğine düşmeyen, entrikanın ve alt entrikaların mükemmel bir biçimde birbirlerine eklemlendiği bir film çalışması ile karşı karşıyayız. Ancak filme bir sinema klasiği çapı veren unsur ise kullanılan temanın aynı zamanda bir üst dile sıçrama kapasitesidir. Kadim savaşlar ile bugünün modern savaşlarının son tahlilde toplumsal imgelemde benzer kategorileri ifade ettiklerini vurgulayan mesajı ile “Kapıdaki Düşman” filmi uzun zaman belleklerimizden çıkmayacaktır.
Mimarın Görevi Rant Yaratmaktır
Mimarın Görevi Rant Yaratmaktır
Plancı Mimarın Ranta Karşı Çıkması
Mühendisin Yerçekimini Yadsıması Kadar Bilim Dışı Bir Tutumdur
ve
Marmara Deprem Bölgesi için bazı Çözüm Önerileri
Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, mimar
(Ocak 2000)
Ülkemizde Mimarlık mesleğinin bir kriz içinde olduğu görülüyor. Son Bolu - Düzce depreminde 80.000 nüfusluk iki kentin neredeyse tüm yapıları kullanılamaz duruma düştü. 1968’lerde bu kentlerin herbirinin nüfusu 20.000 civarındaydı. Demek oluyor ki her iki kentin son otuz yıldaki nüfus artışı 60.000’er oldu. Bu ek nüfusun barındığı yapılar, eğitim yapıları, ticari yapılar, resmi yapılar topyekun kullanılamaz hale geldi. Yalnızca Bolu’dan 35.000 kişi göç etti.
Şimdi sormak gerekiyor ! Tüm bu yapılar ülkemizin üniversitelerinden mezun olmuş mühendis ve mimarlar tarafından projelendirilmedi mi ? Tüm bu yapılar Belediyelerimizden ruhsat almadı mı ? Mühendis ve Mimar Odaları yapılan bu projeleri vize edip bir bakıma teknik onay vermedi mi ?
1992-1996 döneminde yürürlükte olan yapı üretim sistemimiz sorgulandığında, Odalarımızın ve Belediyelerimizin yapı üretimindeki teknik ve hukuki rolleri eleştirildiğinde, bir an önce meslek sorumluluğu sigortası ve yapı sigortası sistemlerine geçilmesi gerektiği işaret edildiğinde, kulaklarını söz konusu önerilere tıkayıp, yapı üretimindeki modernleşmeyi, yapı sektöründeki modernleşmeyi es geçip, vurguyu yalnızca koruma sorunlarına veren Meslek Odaları’nın özellikle Mimarlar Odası’nın Mimarlık mesleğinin bugün içine düştüğü “teknik özürlülük” konumunda payları yok mu ?
Korkulur ki Mimarlar Odası’nın Yönetimi söz konusu hatalarını bir an önce düzeltmesi gerekirken yine aynı hatalı ve bilim dışı yolda yürümeye devam etmektedir.
“Rant Demokrasisinin Çökmekte” olduğunu iddia etmektedir. Oysa Mimarlık alanında, yapı sektörü alanında oluşagelen ve ülkemizde de artık egemenliğini hissettirmeye başlayan sermayeleşme ve teknik gelişme çizgilerinin dışında ideolojik dogmalar peşinde bilim dışı tutumunu sürdürmeyi yeğlemektedir.
Ülkemizde “Rant Demokrasisi Çökerken” Gayrımenkul Yatırım Ortaklıkları’nın dolar bazındaki kapitalizasyonları son birkaç ay içerisinde iki ya da üçe katlandı ! Yeni Gayrımenkul Yatırım ortaklıkları kurulma safhasına geçildi. Uzun erimde “mortgage” sistemi ile konut edinme sistemlerine ya geçildi ya da Yapı Endüstrisi söz konusu sistemlere geçiş yönünde hazırlıkları hızlandırdı. Zorunlu Yapı Sigortası hükümet tarafından -çok yerinde bir kararla, ve yasa çıkartılarak- mecburi kılındı. Neredeyse her büyük inşaat şirketi yeni inşaat teknolojileri ithal etti, know-how’lar ile ilgili yatırımlarını yaptı. Uluslarası ihalelerde Almanya gibi gelişmiş ülkeleri geçerek Rusya Federasyonu’nda önemli ihaleler alındı, prestij binaları Moskova’nın ortasında Türk inşaat firmaları tarafından ihaleleri kazanılarak inşa edildi. Yapı sektörünün yan kolları gelişti, her nevi inşaat malzemesi ülke içinde imal edilir ya da ithal edilir oldu.
Tüm bu gelişmeler sürerken kentleşme ve yapılaşma alanında süregelen sorunlar ile ilgili olarak Odalarımızdan, “bizlere yetki verin” isteminden öteye geçen, somut çözüm önerileri geliştiren bir katkının topluma sunulamadığını müşahede etmekteyiz.
Örneğin son derece kötü kalitede bir yapılaşmanın mevcut olduğu ve muhtemel bir deprem afetinde zarar görecek kentlerimizle ilgili mesleki alanda somut öneriler de üretilememektedir.
Oysa mühendisin ve mimarın toplumsal görevlerinden en önemlisinin “rant üretmek”, olduğu iktisadi gerçeği es geçilirse önerilecek tedbirler mesleki özellik kazanamaz, oysa oysa İçişleri Bakanlığından kaynaklanan belki yararlı fakat doğrudan inşaat mesleği ile ilgili olmayan öneriler demeti içerisinde hapsolunur kalınır. “Olağanüstü Hal İlanı” gibi inşaat ve mimarlık ile ilgisi bulunmayan öneriler, bizzat Meslek Odası Başkanları tarafından önerilir. Oysa bu öneriler pekala mülkiye formasyonlu bir bürokrat tarafından da geliştirilebilir. Mimarlık ve planlama disiplini almış olan teknisyenlerden beklenen mesleğe daha yatkın ve özgün çözüm önerileri sunmak olmalıdır.
Nitekim Marmara Depremi alanında kalan yerleşimler için yapılacak önerilerden biri, mevcut hasarlı ya da sorunlu yapı stokunun yenilenmesi sonucunu doğurabilecek kent planlaması yöntemleri geliştirmek olmalıdır.
Yoğunluk Artışı Önerisi
Bunlardan biri ilk bakışta ters gelebilecek olan yoğunluk artışı önerisidir. Bu öneri rant kavramı özümsenmedikçe kolayca benimsenemez. Mevcut yapı stoku hasarlı ya da tamir edilemeyecek kadar sorunlu olduğundan ve çoğu kez yapı sahipleri ya da kullananlar gerekli maddi olanaklara haiz olmadıklarından gerekli tedbirler alınamamaktadır. Oysa yoğunluk artışı beraberinde yeni rant olanakları sağlayacağından, özürlü yapı stoku kolayca yıkılıp yenilenebilecektir.
Kentsel İşlevlerde Değişiklik Önerisi
İkinci bir yaklaşım kent planındaki bazı bölgelerde ya da ada bazında işlevsel plan değişikliklerine gidilmesi olabilir. Kent merkezine yakın olan ya da kent içerisinde değer kazanan bir bölgede bulunan konut ya da imalathane gibi yapıların bulunduğu alanlara daha fazla rant getirecek yeni işlevlerin plan değişiklikleriyle getirilmesi durumunda da hasarlı yapı stoku yenilenebilir ve rant değerleri yükseleceğinden toplumun elde edeceği vergiler de artacaktır. (Örneğin eskimiş ve hasarlı bir konut bölgesinde otopark, eğitim, sağlık v.b işlevler getirilmesi.)
Sonuç Olarak
Sonuç olarak, insanın yaşam çevresini oluşturan yapılı ortamın, mimar ve kent plancıları tarafından oluşturulmasında dikkat edilecek olan husus, toplumsal yararı optimize etmek olacak ise, kapitalist bir sistemde söz konusu hedefin rantı arttırmadan gerçekleştirilemeyeceği açıktır.
Bu nedenle rant ile kavga eden bir plancı, eğer toplumsal sistemde köktenci değişiklikler önermiyor ise, yapılı çevre üretiminde rant ile kavga edeceği yerde tam tersine, yapılı çevrenin rantını artıran çözümler üretmek zorundadır.
Plancı Mimarın Ranta Karşı Çıkması
Mühendisin Yerçekimini Yadsıması Kadar Bilim Dışı Bir Tutumdur
ve
Marmara Deprem Bölgesi için bazı Çözüm Önerileri
Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, mimar
(Ocak 2000)
Ülkemizde Mimarlık mesleğinin bir kriz içinde olduğu görülüyor. Son Bolu - Düzce depreminde 80.000 nüfusluk iki kentin neredeyse tüm yapıları kullanılamaz duruma düştü. 1968’lerde bu kentlerin herbirinin nüfusu 20.000 civarındaydı. Demek oluyor ki her iki kentin son otuz yıldaki nüfus artışı 60.000’er oldu. Bu ek nüfusun barındığı yapılar, eğitim yapıları, ticari yapılar, resmi yapılar topyekun kullanılamaz hale geldi. Yalnızca Bolu’dan 35.000 kişi göç etti.
Şimdi sormak gerekiyor ! Tüm bu yapılar ülkemizin üniversitelerinden mezun olmuş mühendis ve mimarlar tarafından projelendirilmedi mi ? Tüm bu yapılar Belediyelerimizden ruhsat almadı mı ? Mühendis ve Mimar Odaları yapılan bu projeleri vize edip bir bakıma teknik onay vermedi mi ?
1992-1996 döneminde yürürlükte olan yapı üretim sistemimiz sorgulandığında, Odalarımızın ve Belediyelerimizin yapı üretimindeki teknik ve hukuki rolleri eleştirildiğinde, bir an önce meslek sorumluluğu sigortası ve yapı sigortası sistemlerine geçilmesi gerektiği işaret edildiğinde, kulaklarını söz konusu önerilere tıkayıp, yapı üretimindeki modernleşmeyi, yapı sektöründeki modernleşmeyi es geçip, vurguyu yalnızca koruma sorunlarına veren Meslek Odaları’nın özellikle Mimarlar Odası’nın Mimarlık mesleğinin bugün içine düştüğü “teknik özürlülük” konumunda payları yok mu ?
Korkulur ki Mimarlar Odası’nın Yönetimi söz konusu hatalarını bir an önce düzeltmesi gerekirken yine aynı hatalı ve bilim dışı yolda yürümeye devam etmektedir.
“Rant Demokrasisinin Çökmekte” olduğunu iddia etmektedir. Oysa Mimarlık alanında, yapı sektörü alanında oluşagelen ve ülkemizde de artık egemenliğini hissettirmeye başlayan sermayeleşme ve teknik gelişme çizgilerinin dışında ideolojik dogmalar peşinde bilim dışı tutumunu sürdürmeyi yeğlemektedir.
Ülkemizde “Rant Demokrasisi Çökerken” Gayrımenkul Yatırım Ortaklıkları’nın dolar bazındaki kapitalizasyonları son birkaç ay içerisinde iki ya da üçe katlandı ! Yeni Gayrımenkul Yatırım ortaklıkları kurulma safhasına geçildi. Uzun erimde “mortgage” sistemi ile konut edinme sistemlerine ya geçildi ya da Yapı Endüstrisi söz konusu sistemlere geçiş yönünde hazırlıkları hızlandırdı. Zorunlu Yapı Sigortası hükümet tarafından -çok yerinde bir kararla, ve yasa çıkartılarak- mecburi kılındı. Neredeyse her büyük inşaat şirketi yeni inşaat teknolojileri ithal etti, know-how’lar ile ilgili yatırımlarını yaptı. Uluslarası ihalelerde Almanya gibi gelişmiş ülkeleri geçerek Rusya Federasyonu’nda önemli ihaleler alındı, prestij binaları Moskova’nın ortasında Türk inşaat firmaları tarafından ihaleleri kazanılarak inşa edildi. Yapı sektörünün yan kolları gelişti, her nevi inşaat malzemesi ülke içinde imal edilir ya da ithal edilir oldu.
Tüm bu gelişmeler sürerken kentleşme ve yapılaşma alanında süregelen sorunlar ile ilgili olarak Odalarımızdan, “bizlere yetki verin” isteminden öteye geçen, somut çözüm önerileri geliştiren bir katkının topluma sunulamadığını müşahede etmekteyiz.
Örneğin son derece kötü kalitede bir yapılaşmanın mevcut olduğu ve muhtemel bir deprem afetinde zarar görecek kentlerimizle ilgili mesleki alanda somut öneriler de üretilememektedir.
Oysa mühendisin ve mimarın toplumsal görevlerinden en önemlisinin “rant üretmek”, olduğu iktisadi gerçeği es geçilirse önerilecek tedbirler mesleki özellik kazanamaz, oysa oysa İçişleri Bakanlığından kaynaklanan belki yararlı fakat doğrudan inşaat mesleği ile ilgili olmayan öneriler demeti içerisinde hapsolunur kalınır. “Olağanüstü Hal İlanı” gibi inşaat ve mimarlık ile ilgisi bulunmayan öneriler, bizzat Meslek Odası Başkanları tarafından önerilir. Oysa bu öneriler pekala mülkiye formasyonlu bir bürokrat tarafından da geliştirilebilir. Mimarlık ve planlama disiplini almış olan teknisyenlerden beklenen mesleğe daha yatkın ve özgün çözüm önerileri sunmak olmalıdır.
Nitekim Marmara Depremi alanında kalan yerleşimler için yapılacak önerilerden biri, mevcut hasarlı ya da sorunlu yapı stokunun yenilenmesi sonucunu doğurabilecek kent planlaması yöntemleri geliştirmek olmalıdır.
Yoğunluk Artışı Önerisi
Bunlardan biri ilk bakışta ters gelebilecek olan yoğunluk artışı önerisidir. Bu öneri rant kavramı özümsenmedikçe kolayca benimsenemez. Mevcut yapı stoku hasarlı ya da tamir edilemeyecek kadar sorunlu olduğundan ve çoğu kez yapı sahipleri ya da kullananlar gerekli maddi olanaklara haiz olmadıklarından gerekli tedbirler alınamamaktadır. Oysa yoğunluk artışı beraberinde yeni rant olanakları sağlayacağından, özürlü yapı stoku kolayca yıkılıp yenilenebilecektir.
Kentsel İşlevlerde Değişiklik Önerisi
İkinci bir yaklaşım kent planındaki bazı bölgelerde ya da ada bazında işlevsel plan değişikliklerine gidilmesi olabilir. Kent merkezine yakın olan ya da kent içerisinde değer kazanan bir bölgede bulunan konut ya da imalathane gibi yapıların bulunduğu alanlara daha fazla rant getirecek yeni işlevlerin plan değişiklikleriyle getirilmesi durumunda da hasarlı yapı stoku yenilenebilir ve rant değerleri yükseleceğinden toplumun elde edeceği vergiler de artacaktır. (Örneğin eskimiş ve hasarlı bir konut bölgesinde otopark, eğitim, sağlık v.b işlevler getirilmesi.)
Sonuç Olarak
Sonuç olarak, insanın yaşam çevresini oluşturan yapılı ortamın, mimar ve kent plancıları tarafından oluşturulmasında dikkat edilecek olan husus, toplumsal yararı optimize etmek olacak ise, kapitalist bir sistemde söz konusu hedefin rantı arttırmadan gerçekleştirilemeyeceği açıktır.
Bu nedenle rant ile kavga eden bir plancı, eğer toplumsal sistemde köktenci değişiklikler önermiyor ise, yapılı çevre üretiminde rant ile kavga edeceği yerde tam tersine, yapılı çevrenin rantını artıran çözümler üretmek zorundadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)