24 Ekim 2015 Cumartesi

Bir Muamma: Sanathayat Aforizmalar



Bir Muamma : Sanat Hayat
Aforizmalar

Raşit Gökçeli

Ekim 2015

Ali Artun (derleyen), Bir Muamma: Sanat Hayat – Aforizmalar, İletişim Yayınları, sanathayat dizisi 35, İstanbul 2015

İletişim Yayınları sanathayat dizisinin otuz beşinci kitabı olarak yayımlanan Aforizmalar artık belirli bir üne kavuşmuş olan dizinin “markasını” taşıyor. Kitap dizi ile ilgili emek sarfetmiş bir kadronu ürünü olduğu gibi (Nur Altınyıldız, Elçin Gen, Zeynep Baransel) Ali Artun’un hem konu hem otuz beş kitaba ulaşmış olan dizi ile ilgili birikimini de yansıtmakta. Dahası bir bakıma sanathayat  konusundaki literatürü süzerek, damıtarak okuyucuya sunan ilginç bir başucu kitabı ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Kitapta 1550 yılından başlayarak 2014 yılana varıncaya kadar düşün ve sanat insanlarının görüşlerinden beş yüz on dört alıntı mevcut.

Ancak bu alıntılar rastlantısal ya da ansiklopedik bir toparlama oluşturmuyorlar.

Antikiteden bu yana sanatın toplumsal formasyon, felsefe, siyaset, sosyoloji, ekonomi ve kısaca hayat ile ilgili yerini anlamını dönemlerine ait paradigmalar ışığında ortaya koyuyorlar.

Aynı zamanda kitap bize sanathayat konusundaki yakın zamanın hatta gümümüze kadar uzanan dönemin literatürünü sunmakta. Beşyüz on dört alıntının yüz otuz dördü yani yaklaşık dörtte biri son on beş seneye ait !

İlk bakışta bir sözlüğü andıran bu kitabı ele alan okuyucu    baştan sona değil, ilgili maddeleri okuma eğilimine girebilir. Ancak muhtemel okuyucu, Ali Artun’un önsözünü okuduktan sonra bir bakış bütünlüğü olan bir çalışma ile karşı karşıya olduğuna hemen kanaat getirecektir.

Kitap antikiteden günümüze gelinceye kadar sanathayat konusun belli başlı paradigmalarını ortaya koyuyor, onları bizim için anlaşılır hale getiriyor.

Çalışma bize özenle ve bilinçle seçilmiş alıntılar yolu ile, Platon, Hegel, Baudelaire, Avangard, Modernizm, Post modern, dönemlerini kendi bağlamlarında anlaşılır kılıyor.
Ayrıca günümüzde kültürün metalaşması olgusu ile ilgili önemli bilgiler sunuyor.

Ünlü ressamın anektodunda olduğu gibi bu kitap üç beş günde alt alta sıralanmış alıntılardan değil uzun senelerin araştırmaların ve otuş beş cilde ulaşmış bir sanathayat dizisinin temelleri üzerinde yükseliyor.

Böylesi bir tanıtım yazısını birkaç alıntı ile sonuçlandırmadan bitiremeyiz:

Sanathayat karşıtlığı ne şekilde belirirse belirsin çözümsüzdür”.  (O. Paz)

“Bütün yazarlar yeni hayat biçimlerinin yeni sanat biçimleri yarattığı fikrini paylaşıyorlar… Ancak biz fütüristler başka bir sonuca vardık: Yeni biçim yeni içeriği yaratır. Biz sanatı,… hayattan bağımsız kıldık… Sanat her zaman hayattan bağımsız olmuştur… Sanatta yeni biçimler yeni içerikleri dışavurmak için değil, eski ve artık var olmayan biçimleri yok etmek için vardırlar.” (Viktor Şklovski)

“Dadaizmin devrimci gücü, sanatı otantikliği açısından sınamasındaydı.”… (Walter Benjamin)

“Sanat, hayattan kitsch’i soyup atmak için kullandığımız bir alet mi ?” (Robert Musil)

“…Sürrealist itiraz, hayatın ve sanatın mutlak amacıdır.” (Jean-Paul Sartre)

“Sürrealist ressamın, imgelerini biraraya topladığı tuvalinde görmek istediği şey, piramidin kaidesinde kurbanın kalbinin sökülüşünü görmeye gelen Aztek halkının görmek istediği şeyden temelde farklı değildir.” (Georges Bataille)

“Beni biçimlendiren aygıtı ne çevremde, ne de ırsiyetimde bulabiliyorum: ömrüme karmakarışık bir filigran basıp geçen meçhul merdanelerin eşsiz tasarımı, ancak, hayat kağıdı sanatın lambasıyla aydınlatılırsa fark edilebiliyor.” (Vladimir Nabokov)

Bu metin DNA’nın bulunmasından beş on yıl önce, (1951) kaleme alınmış ! (rg)

“…. Boş zamanın uzatılması  ve işbölümünün (her şeyden önce sanattaki işbölümünün) ortadan kalkmasıyla sınırsızca geliştirilebilecektir gündelik hayat”. (Sitüasyonist Enternasyonal)

“ “Teknik Olarak Kopyalanabildiği Çağda Sanat Yapıtı” (1936) başlıklı makalesinin önsözünde Benjamin şunu anlatır : Eğer Faşizm siyasal hayatı alabildiğine estetikleştirebiliyorsa, komünizmin buna cevabı sanatı siyasallaştırmaktır”. (Jacques Derrida)

“… Modernist avangardın sanat ile hayat arasındaki sınırların daha fazla korunamayacağını keşfetmesinin arkasında, Baudelaire vardı: Kendini mecburen Bohemya’da bulan Baudelaire”. (Jerold seigel)

“Sanatın ayrı bir profesyonel girişim olarak idamesini sağlayan sosyal sınırlara yönelik meydan okumalar, başarıldığı takdirde toplumun geniş kesimlerinde yaratıcı gücü serbest bırakacak yabancılaşmamış bir emek hayalini içerir…” (Neil Mc William)

“Breton, daha “Birinci Sürrealist Manifesto”dan itibaren “gerçek” ile “gerçekdışı”, ussal ile usdışı, sanat ile hayat arasındaki yapay sınırları kaldırmaya çalıştı: Ona göre bunlar, aşıldıklarında “sürrealite”ye götürecek sahte karşıtlıklardı”. (Dickran Tashjian)

“Sanat ile hayat gerçekten de birleşti, ama avangardın değil kültür endüstrisinin koşulları altında”… (Hal Foster)

“Schiller, hem sanatın hem de hayatın dayandığı yapıyı “oyun güdüsünün” –Spieltrieb- yeniden inşa edeceğini söyler”. (Jacques Ranciere)

“…Bataille’ın yaklaşımı, geleneksel estetik düşüncenin temel öncüllerinden irini geçersiz kılmakta, sanatçı ile toplum arasında yapılmış (ve ilk kez Platon’un önerdiği) sözleşmeyi bozmaktadır: Sanatın hayatı, hayatın da sanatı taklit ettiği kabulüne dayanır bu sözleşme. Platon’un Devlet’inde bu sözleşmenin ihlali ideal devletten kovulmakla sonuçlanır. Bu birçok açıdan insan hayatının mevcut durumunu en iyi şekilde temsil ettiği iddiasındaki 20. Yüzyıl avangard sanatının da öncüllerinden biridir.” (Jae Emerling)

“…Wagner, tragedyaların birgün insanlığın yüceltilmesine dönüşeceğini, özgür bir toplumdaeğitiin yalnızca sanatsal eğitim olması gerektiğini, “…ve her insanın bir şekilde gerçek bir sanatçı olacağını” ileri sürer. Lunaçarski ise, bütün sanatları içine alan kitlesel kutlamalarda, snatın, “ulusal düşünce ve duyguların ifadesi” olacağını söyler.” (Gerald Rauning)

Sanat ile ilgilenenlerin mutlaka okumaları, nitelikli bir başucu kitabı, Sanathayat /Aforizmalar.




3 Eylül 2015 Perşembe

“GENÇLİĞİNİN KIYMETİNİ BİL” NİYAZİ AĞABEY



“GENÇLİĞİNİN KIYMETİNİ BİL” NİYAZİ AĞABEY
Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı, Mimar
Eylül, 2015





“Gençliğinin kıymetini bil”…  Çarpıcı sesleniş hepimizin hocası Aydın Boysan’a ait…
Yaklaşık sekiz on yıl önce Mimarlar Odası’nın Yıldız Karakol binasında Niyazi Duranay’ın fotoğraf sergisi vardı. Açılış toplantısında hazır olanlar arasında bulunan Aydın Boysan Niyazi Ağabey’e bu çarpıcı sözlerle seslenmişti !

İlk bakışta Aydın Boysan’ın nüktedan kişiliğine ve zekasına uygun düşen bu sesleniş görünürdeki ironik yaklaşıma rağmen çarpıcı bir gerçeğe de parmak basıyordu.

Niyazi Ağabey Mimarlar Odası’nın 1954 senesindeki kuruluşundan bu yana altmış bir yıl boyunca hep elini taşın altına koydu. Mimarlar Odası’nın her faaliyetine katkı koydu. Öyle ki, Mimarlar Odası ile Niyazi Ağabey ayrılmaz bir bütün oluşturdu imgelememizde. Mimarlar Odası amblemi megaron ile değil adeta Niyazi Ağabey’in sureti ile eşleşti, yer tuttu hafızamızda.

Aydın Boysan’ın “gençliğinin kıymetini bil” seslenişi, Niyazi Ağabey’in herkese enerji, çalışma disiplini, mesleki ciddiyet örneği veren kişiliğine inanılmaz bir şekilde denk düştü.
Gönül isterdi ki, Niyazi Ağabey’in uğurlanışı genç meslektaşlarının kitlesel katılımı ile taçlansın…

Üye sayısı on beş bine varan Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Niyazi Ağabey’i binlerce mimarın katılımı ile uğurlamalı idi.

Oysa Niyazi Ağabey’i uğurlama töreninde Karaköy Binası holündeki katılımcı sayısı yüz elli bile değildi. Hele katılımcıların arasında yaşları otuzun altındaki genç sayısı iki elin parmakları kadar bile değildi.

Tören mekanı doğru dürüst havalandırılmamıştı ve uğurlama konuşmaları Yavuz Önen, İhsan Bilgin’inkiler istisna edilirse “devlet dili”nin soğuk ve protokoler kalıpları içerisine sıkışıp kalmıştı. Oda’nın tek genç yöneticisi Burak Kaan Yılmazsoy’a söz dahi verilmemişti.
Mücella Yapıcı’nın söyleşisi olmazsa Niyazi Ağabey’i anımsatacak ögeler törende kullanılmamıştı.


Olsun varsın… Niyazi Ağabey mimarların, özellikle genç mimarların gönüllerinde altmış yıl boyunca emek verdiği Mimarlar Odası “ Mimarlar Odası’nın Halk Hizmetinde” mücadelesi ile sonsuza dek bir arada yer alacaktır.

7 Ağustos 2015 Cuma

Gayrımeşru, yasal olmayan haramzade borç



Gayrımeşru, yasal olmayan haramzade borç

Çeviri: Raşit Gökçeli Y. Bölge plancısı, mimar
Ağustos 2015


 ‘Gayrımeşru Borç’ teorisini doktrini 1927 senesinde Alexander Sack tarafından ortaya kondu.
Bir borcun gayrımeşru olarak nitelendirilmesi için gerekli koşullar üç tanedir :
Bu koşullar
1)Borcun despotik diktatoryal bir rejim tarafından iktidarını güçlendirmek amacıyla alınmış olması,
2) Borcun halk / kamu yararına değil iktidar kadroları ya da iktidar yakınlarının menfaati doğrultusunda alınmış bulunması,
3) borç veren mahfillerin verilen borcun gayrımeşru, yasal olmayan, haramzade niteliğinin bilincinde olmaları
Olmaktadır.
Ayrıca bütün bunlara ek olarak…
Gayrımeşru borç doktrinini 1927 yılında ortaya koyan Alexander Sack ek olarak aşağıdaki açıklamarda bulunmuştur:
“Eğer despotik bir iktidar devlet menfaatları doğrultusunda değil de kendi despotik rejimini güçlendirmek ve ona muhalefet eden ona karşı çıkan güçleri baskı altına almak amacıyla bir borç edinirse edinilen borç ‘gayrımeşru, yasal olmayan, haramzade bir borç’ niteliği taşır ve ilgili ulusu bağlamaz. Dolayısıyla despotik iktidarın iktidar mevkiinden uzaklaştırılması ile birlikte bağlayıcı niteliği kalmaz, yok hükmünde olur.

Alexander Sack ilaveten,
“Despotik hükümetin üyeleri ve onlara yakın mahfillerin kamusal yarar ve devletin menfaatleri ile ilgisi bulunmayan, kişisel menfaatleri uğruna edindikleri borçlar aldıkları borç niteliğindeki her türlü girdiler yukarıda anlatılan gayrımeşru yasal olmayan haramzade borç niteliğindedir. “ önermesinde bulunmuştur.
Alexander Sack, ayrıca borç veren mahfillerin de söz konusu borcun ‘gayrimeşru, yasal olmayan, haramzade’ niteliğinin bilincinde olmalarının altını çizerek, borç veren mahfillerin borç verilen ülkenin halkına karşı düşmanca bir davranışta bulunduklarını belirtir. Dolayısıyla despotik iktidardan kurtulmuş olmaları halinde ilgili ülkenin halkının ve hükümetinin ‘gayrımeşru, yasal olmayan, haramzade’ borç bakımından sorumluluk taşımadıkları ve söz konusu borçların ödenmesinin talep edilemeyeceği sonucuna varır.


.

Alexander Nahum Sack ya da Alexander Naumovich Zak, (5 ekim 1890 Moskova, Rusya – 1955 New York, ABD), Hukuk ilmi hukuk içtihatı ve Rus hukuk profesörü. Uluslararası finans hukuku  alanında uzman idi. Sen Petersburg üniversitesinde öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1921 yılında Estonya’ya göçtü. Estonya hükümetine finansal ve parasal alanlarda danışmanlıkta bulundu. Estonya vatandaşlığı da alan Sack, 1925 yılında Paris’e taşındı. Paris Politik Araştırmalar Enstitüsü’nde ve The Hague’daki Uluslararası Hukuk Akademi’sinde hocalık yaptı. Daha sonra 1929 senesinde Londra’ya taşındı. Londra’da hayat Sigortacılığı alanında çalıştı. (Equitable Life Insurance) . Söz konusu şirkette çalışırken NewYork’a  da gitti ve1930 yılında New York’a yerleşti. ABD vatandaşlığını aldıktan sonra, Northwestern Üniversitesi ve New York Üniversitelerinde 1943 yılına kadar çalıştı. Ayrıca ABD Adalet Bakanlığı nezdinde serbest (free lance) uzman olarak 1947 yılına kadar hizmet verdi.

Sack en fazla “odious debt” Gayrımeşru, yasal olmayan, haramzade borç doktrinini oluşturması ile tanınmaktadır. (Devletlerin borçları ve diğer finansal yükümlülüklerinin değişimlerinin yarattığı sonuçlar) adlı eseri 1927 yılında Paris’te Politik Araştırmalar Enstitüsü’nde çalışmakta iken yayımlandı. Alaxander Sack Gayrımeşru, yasal olmayan, haramzade borç kavramını 19 asırdaki örnek vakalara dayanarak oluşturdu. Söz konusu örnek vakalar : Meksika hükümetinin düşük  imparator Maximilian 1 tarafından alınan borçları ödemeyi reddetmesi ve ABD’nin Küba’yı ilhak etmesinin ardından Küba’nın İspanya sömürgesi olduğu dönemde İspanya’dan aldığı borçları ödemeyi reddetmesi idi.


Dette odieuse
Alexander Sack a théorisé cette doctrine en 1927.
Trois conditions se dégagent pour qualifier une dette d’odieuse :
1) elle a été contractée par un régime despotique, dictatorial, en vue de consolider son pouvoir
2) elle a été contractée non dans l’intérêt du peuple, mais contre son intérêt et/ou dans l’intérêt personnel des dirigeants et des personnes proches du pouvoir
3) les créanciers connaissaient (ou étaient en mesure de connaître) la destination odieuse des fonds prêtés
Plus...
Alexander Sack, qui a théorisé cette doctrine en 1927, explique :
« Si un pouvoir despotique contracte une dette non pas pour les besoins et dans les intérêts de l’État, mais pour fortifier son régime despotique, pour réprimer la population qui le combat, etc., cette dette est odieuse pour la population de l’Etat entier (…). 
Cette dette n’est pas obligatoire pour la nation ; c’est une dette de régime, dette personnelle du pouvoir qui l’a contractée, par conséquent elle tombe avec la chute de ce pouvoir ».
 
Il ajoute un peu plus loin :
« On pourrait également ranger dans cette catégorie de dettes les emprunts contractés dans des vues manifestement intéressées et personnelles des membres du gouvernement ou des personnes et groupements liés au gouvernement — des vues qui n’ont aucun rapport aux intérêts de l’État ».
Sack souligne également que les créanciers de telles dettes, lorsqu’ils ont prêté en connaissance de cause, « ont commis un acte hostile à l’égard du peuple ; ils ne peuvent donc pas compter que la nation affranchie d’un pouvoir despotique assume les dettes « odieuses », qui sont des dettes personnelles de ce pouvoir ».
Ainsi, trois conditions se dégagent pour qualifier une dette d’odieuse :
1) elle a été contractée par un régime despotique, dictatorial, en vue de consolider son pouvoir
2) elle a été contractée non dans l’intérêt du peuple, mais contre son intérêt et/ou dans l’intérêt personnel des dirigeants et des personnes proches du pouvoir
3) les créanciers connaissaient (ou étaient en mesure de connaître) la destination odieuse des fonds prêtés

……


Alexander Nahum Sack or Aleksandr Naumovich Zak, (5 October 1890 in Moscow, Russia – 1955 in New York, United States), was a jurisprudence expert and professor of Russian law, specialized in international financial legislation. After teaching in Saint Petersburg university, he left the Soviet Russia in 1921 to settle in Estonia, where he advised the government in monetary issues. He also gained the Estonian citizenship, but moved to Paris in 1925. He taught at the Institute of Political Studies in Paris and in the International Law Academy in The Hague before moving to London in 1929 to work as an expert for Equitable Life Insurance. Work for this company led him to New York, where he definitely established in 1930. After obtaining the USA nationality, he was invited to teach at Northwestern University and New York University until 1943, working as a free-lance law expert for the Justice Department until 1947.
Sack is best known for his formalization of the odious debt doctrine in his work Les effets des transformations des Etats sur leurs dettes publiques et autres obligations financières(Effects of the transformations of the states in their public debts and other financial obligations), published in Paris in 1927, when he taught law at the Institute of Political Studies. Alexander Sack synthetised the concept of odious debt based on precedents from the 19th century, such as the Mexican government rejection to pay debts acquired by the emperor Maximilian I, and the rejection by the USA, once annexed Cuba, to pay the debts acquired when it was a Spanish colony.


22 Mayıs 2015 Cuma

Solu çökertme stratejisinin bir parçası olarak Avrupa Para Birliği


EURO’nun 1990’larda ortaya çıkışının kısa bir tarihçesine göz atarken
Solu çökertme stratejisinin bir parçası olarak Avrupa Para Birliği 
(Küreselleşme, neoliberalizm, Avrupa sosyalizminin sefaleti v.s.)
Rasit Gökceli, Y.Bölge Plancısı, mimar
Mayıs 2015

 Kolonya, Max Planck Enstitüsü Emeritüs Müdürü, Wolfrang Streeck’in Euro’nun ortak para birimi olarak AB ülkeleri tarafından kabul edilişi ve Alman Ekonomisinin AB içerisinde başat konuma gelmesi sürecini inceleyen yazısı bir zamanlar Avrupa Birliği’ne olumlu gözlerle bakmış olanları esaslı sürprizler ve düş kırıklıkları ile yüz yüze getiriyor.

Yazı Euro’nun devreye girişi esnasında başlıca AB ülkeleri olan Almanya ve Fransa’nın beklentilerini irdeliyor. Almanya’nın 1990’larda  Avrupa’nın siyasi birlikteliğine öncelik verir iken parasal birliğe (Euro) o denli sıcak bakmadığını anlatıyor.
Yazıyı okuduğumuzda, Euro’nun kuruluşundan Almanya ve Fransa’nın beklentilerinin farklı olduğunu, Almanya’daki muhafazakar Kohl hükümetinin istikrar ve sıkı para politikalarından ödün verileceği endişesini taşıdığını görüyoruz. Fransa’nın ise AB ekonomisi içerisindeki Almanya Merkez Bankası Bundesbank’ın hakim konumunu müşterek para birimi sayesinde bir ölçüde kırabileceği umudunu taşıdığını anlıyoruz. Fransa ve İtalya’nın müşterek para birimine geçilmesinin bünyesel işsizlik sorunlarını aşmada yardımcı olacağı beklentisi içerisinde olduklarını da görüyoruz.
Almanya’nın ise 1990’lı dönemde Batı doğu Almanya birleşmesini hedeflediğinden ve bu konuda diğer Avrupa ülkelerinin desteğine muhtaç olduğundan isteksizce de olsa Müşterek para birimi Euro’ya geçilmesini kabul etmek durumunda kaldığını öğreniyoruz.
Euro’nun müşterek para birimi olarak kabul edildiği dönemde Almanya, ekonomisinin fondamantellerine (temel yapısına)  güvendiği için eninde sonunda AB ekonomilerinin Alman modeline uymak zorunda kalacağı hesabını yaparak Euro’ya geçilmesini onayladı.
Ancak Doğu Almanya - Batı Almanya birleşmesinin de ekonomik yükünü taşıyan Almanya müşterek para birimine geçildiğinde AB ülkeleri içerisindeki faiz oranlarının yüksekliği karşısında zora girdi. Zira Almanya’daki enflasyon son derece düşük idi. Ayrıca güney Avrupa ülkeleri o dönemde elverişli faiz oranları ile borçlanabildiler. Almanya sermayesi ise güçlü sendikaların talep ettiği yüksek ücretlerle baş etme zorunda kaldı. Almanya ekonomisi ancak 2008 krizinden sonra toparlandı. Diğer Avrupa ülkeleri yüksek borçlar ve kırılgan ekonomileri ile 2008 krizini Almanya kadar rahat atlatamadılar. Almanya yüksek kalitedeki ürünlerini ihraç edebilme potansiyeli ile krizi rahat atlattı ve Streek’in makalesinde görülebileceği gibi AB ekonomisi içerisinde başat bir rol üstlendi.

Ama meselenin özü 1970’lerde başlayan neoliberal dalga idi. Küreselleşme ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher ile dünyaya kendini empoze ettirmeye başladı.
Almanya’da sendikalar, Fransa’da Komünist Partisi güçlü konumda idiler.
Neoliberal dalganın Alman sendikalarının ve Fransız Komünist Partisinin gücünü kırması gerekiyordu.

Böylesi bir bağlamda küreselleşmenin AB bölgesinde hakimiyet kurabilmesi için müşterek para birimi Euro sanıldığından çok daha önemli bir rol oynadı.

Müşterek para birimine geçildiğinde ülkeler bağımsız olarak paralarını devalüe edememe durumunda kaldılar. Güçlü para birimi Euro onlara artık o olanağı vermiyordu.

Bu durumda  küreselleşme ortamının getirdiği delokalizasyon deregülasyon ortamı içerisinde Komünist Partiler ve Sendikalar işçi sınıfının çıkarlarını gerektiği gibi savunamadılar, sermaye karşısında teslimiyetçi bir tavır takındılar.

Euro’ya geçilirken Fransa’nın sosyalist başkanı Mitterand ve onun Maliye Bakanı Delors bilerek ve taammüden (önceden tasarlayarak) işçi sınıfını savunmalarını sağlayacak ekonomik ortamı ortadan kaldırdılar. Euro işçi sınıfını işsizlik ve asya ülkelerinin küresel rekabet  karşısında savunmasız bıraktı. Nitekim Mitterand iktidarında Fransız Komünist Partisi giderek küçüldü ve marjinalleşti.

1981’de iktidara gelen “sosyalist” Mitterand aslında Reagan ve Tacher’in azgın neoliberal küreselleşme stratejilerinin bir ortağı idi!

“Paranın 5000 yıllık tarihi” adlı eserin yazarı Graeber’den öğrendiğimiz gibi sağlam para birimlerinin arkasında kuvetli birer ordu ve silahlı güç vardır.

O halde AB’nin silahlı gücü olmadığı arkasındaki gücün ABD ordusu olduğu gerçeğine rağmen ve ABD doları’nın senyoritesi mevcut iken ve 1971’den itibaren ABD doları ile altının ilişkisi Nixon tarafından kaldırılmış iken neden 1990 sonlarında AB içerisinde ABD dolarına alternatif gibi görülebilecek müşterek para birimi Euro’ya geçildi ?

Bu sorunıun cevabı aşağıda çevirisini sunduğum Sreeck’nın “Almanya İsteksi Güç” yazısında var.

Müşterek para birimi Euro, işçi sendikaları ve komünist partilerin mücadele gücünü kırdı. Çünkü Küreselleşme koşulları içerisinde bireysel devaülasyon olanağı kalmayan ekonomiler delokalizasyon ve deregülasyon enstrümanları ile işçi sınıfına ölümü gösterip sıtmaya razı ettiler !

Bu durumda Euro senyoritesi olmasa da arkasında gerçek askeri gücü bulunduran ABD doları’nın himayesinde 1970’lerde başlayan küreselleşme dalgasının finansal bir enstrümanı olarak görev gördü.

Avrupa Birliği’nin ve AB sosyalizminin sefaletine dair  Euro anlatısı burada bitiyor.
















http://www.monde-diplomatique.fr/2015/05/STREECK/52905

Almanya İsteksiz güç
Almanya Ekonomisi Avrupa bünyesi içerisinde nasıl başat güç haline geldi

Wolfrang Streeck, mayıs 2015
Çeviri: Raşit Gökçeli

Almanya Avrupa içindeki hegemonik durumunu iki ögeye borçlu : Avrupa parasal birliği ve 2008 krizi. Esasında bidayette Almanya Euro’ya geçilmesini arzulamamıştı. Almanya’nın ihracata yönelik sanayisi 1970’lerden itibaren Avrupa ülkelerindeki devalüasyona yönelik ekonomiler karşısında son drece sağlıklı idi. Almanya diğer Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin sürekli devalüasyon yapmasından yararlanıyor ve bu sayede nitelikli pazarlara ulaşmada konumsal avantajlar sağlıyordu. Avrupa içerisinde para birliğini (Euro) arzulayan Fransa idi. Fransa Euro’ya geçmeyi iki nedenle istedi: Birinci neden Frankın mark karşısında sürekli devalüasyona uğramasının yarattığı sıkıntılı durumdan  kurtulmak, ikinci neden ise Fransa’nın Doğu Almanya Batı Almanya birleşmesinden sonra doğacak  Birleşik güçlü Almanya’yı Avrupa Birliği bünyesinde bir ölçüde zapt ü rapta alabilmek umudu idi.
Euro tasarlanışı itibari ile içinde çelişkiler barındıran bir yapı görünümünde idi. Fransa ve İtalya gibi diğer Avrupa ülkeleri Avrupa Merkez Bankası gibi hareket eden Bundesbank (Almanya Merkez Bankası) tarafından empoze edilen sert parasal politikalara boyun eğmek zorunda kalmaktan sıkıntı duyuyorlardı. Euro sayesinde bir miktar dahi olsa parasal egemenliklerine yeniden kavuşabilme umudunda idiler. Bundesbank’ın sıkı para ve istikrar politikalarının bir ölçüde esnetilmesi Fransa, İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde tam istihdam hedeflerine yönelebilmek amacı ile bu ülkeler tarafından arzulanmakta idi. Öte yandan dönemin Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand, onun maliye bakanı Jacques Delors ve İtalyan Merkez Bankası kendi ülkelerindeki Komünist Partilerine ve sendikalara esaslı bir darbe indirebilmek amacı ile daha sıkı bir parasal rejime geçmeyi tasarladılar. Böylelikle paralarını devalüe edemeyen ekonomik iklim içerisindeki “sol” un ekonomik ve politik hedeflerinden taviz vermeye zorlanacağını tasarladılar.  (delokalizasyon ve deregülasyon tehdidi. r.g)

O dönemde Almanya’da Bundesbank ve ekonomik çevreler genellikle  liberaller ve Keynes karşıtlarından oluşuyordu. Bu çevreler parasal birliğe karşı idiler. Parasal birliğin Almanya’daki “istikrar  kültürünü” tehlikeye atacağını düşünmekte idiler. Helmut Kohl (dönemin Almanya Şansölyesi r.g.) Parasal birlikten önce politik birlik sağlanması taraftarı idi. Ancak Avrupa’daki ortakları aynı görüşte değil idi. O sırada Almanya’nın birleşmesi gündemde olduğu için, birleşmeyi tehlikeye atmama uğruna isteksiz de olsa Kohl politik birliğin parasal birliğin ardından geleceği umudu ile parasal birliğe razı oldu.  Kohl’un kendi politik grubu her şeye rağmen parasal birliğe muhalif idi. Kohl, kendi politik grubunu ikna etmek için ortak parasal rejimin aslında Almanya ve Bundesbank modelini izlemek durumunda kalacağı savını ileri sürdü.

Euro’nun kuruluş döneminde Alman hükümeti Euro’yu kendi seçmenine benimsetmek için, Euro “mark kadar istikrarlı” (bir döviz r.g.)  olacaktır demiştir. Aynı dönemde Almanya’nın Avrupa’daki ortakları her ne olursa olsun bir çözüm aradıkları için Almanya parasal birlik anlaşmasını onayladı. Almanya’nın beklentisi anlaşmanın ekonomik gerçekler ışığında kendi istekleri doğrultusunda zaten değişime uğrayacağı idi. 1990’lı yıllarda ise OCDE ülkeleri başta ABD olmak üzere, bütçelerin (sıkı para r.g.) konsolidasyonu ile birlikte parasal-fiinansal neoliberal bir rejime dönüşeceğini hedeflediler.  Dönemin beli başlı kriterleri ekonomilerin borçlanmasın Gayrisafi Milli Hasılanın % 60’ı ile sınırlandırılması ve kamusal açığın GSMH’nın % 3’ü aşmaması olmuştur. Zaten söz konusu kriterlere uymayı beceremeyen ekonomilere finans pazarları tarafından “kuşkulu ekonomiler” yaftası yapıştırılacağı açıktı.

Günümüzde parasal birliğin meyvelerini yiyen ekonomiler Almanya, Hollanda, Avusturya ve Finlandiya olmuştur. Gene de bu ekonomilerin “başarılarının” tam anlamı ile perçinlenmesi 2008 kriziden sonraya rastlar.  Aslında parasal birliğin (euro r.g.) yürürlüğe girdiği ilk dönemlerde Almanya “Avrupa’nın hasta adamı” oldu.  Çünkü BCE (Avrupa Merkez Bankası) tarafından, Avrupa ülkelerinin ekonomik durumları göz önünde tutularak, o dönemde saptanan faiz oranı düşük bir enflasyon seviyesi içindeki  Almanya ekonomisi için fazlaca yüksek idi. Böylesi sanayileşmiş ve ihracat gelirlerine dayanan bir ekonomide (alman ekonomisi r.g.) mücadeleci Alman (r.g.) sendikalarının talep edecekleri ücret artışları, dünyaya egemen olan neoliberal ekonomik ortamda,  Almanya’nın ihracatını  delokalizasyon ve deregülasyon tehlikesi ile baş başa bırakarak  aşağı çekecek, Almanya’dan sermaye kaçışına yol açacaktı. 2000’li yıllardan itibaren alman sendikalarının ücret artışları taleplerinin son derece sınırlı kalmasına yol açan ve dış gözlemcilerin kavrayamadıkları sermaye karşısındaki (r.g.) teslimiyetçi politikaları söz konusu nedene bağlı olmuştur. (bir anlamda Alman sendikaları küreselleşen ekonominin yarattığı deregülasyon ve delokalizasyon ve bunlara bağlı işsizlik tehdidi karşısında sermaye karşısında fazla mücadeleci bir çizgi izleyememişlerdir. r.g.)

Euro’nun ilk döneminde Almanya ekonomisine kıyasla bünyesel olarak enflasyonist olan  Akdeniz Avrupa ülkelerinin ekonomileri, hem reel olarak negatif olan faiz oranlarından  hem de kamusal borçlanmalarının pahasının ciddi olarak düşmesinden yarar gördüler. Söz konusu dönemde Avrupa komisyonu tarafından da ekonomileri desteklenen bu ülkelerin, borç ödeme kapasitelerinin (solvability r.g.) garanti edildiği görüldü. (Euro bölgesi içerisindeki Akdeniz Avrupa devletleri).  Dolayısıyla o dönemde Güney Avrupa ülkeleri ekonomik gelişme yaşarken, Almanya ekonomisi ise durgunluk (stagnation r.g.), yüksek bir işsizlik oranı ve borçlanma ile karşılaştı.

 Söz konusu durum 2008 krizi ile tamamen ters yüz oldu. Neoliberal mitolojinin savladığının aksine “Hartz reformları”nın (2003-2005 yılları arasında sosyal demokrat Alman şansölyesi Shröder döneminde emeğin esnekleştirilmesi doğrultusunda yapılan ve Wolkswagwn CEO’su Hartz’ın önayak olduğu sözde reformlar r.g.) söz konusu ters yüz oluşla pek bir ilgisi olmadı. Söz konusu “reformlar”  (Harz reformları r.g.) kamu harcamalarını özellikle işsizlik sigortasını kısma yönünde düzenlemeler getirdi ve Alman ekonomisinin esas gücünü oluşturan sektörler dışında düşük ücretlerin yaygınlaşmasına yol açtı. Ancak 2008 krizi ile birlikte Alman ekonomisi açısından kurtarıcı olan şu oldu: Alman ekonomisi 2008 döneminde dünya pazarına yüksek kaliteli ürün sunabilecek durumda idi. Dolayısı ile Alman ekonomisi Euro ekonomisi bünyesinde iç talebe bağlı olan ülkelerinkine kıyasla 2008 krizinden ( bütçesel krizler ve toksik krediler) çok daha az zarar gördü. Ayrıca güney avrupa ülkelerinin kamusal borçlarını toplu bir sigorta sistemi içerisinde eritme (mutualiser r.g.) opsiyonu da gerçekleşmediğinden (Avrupa Birliği antlaşmaları böylesi bir olanak sunmuş iken) yüksek oranda borçlanmış olan bu güney ülkeleri çok daha yüksek faiz oranları ödenmek durumunda kaldılar ve bu durum söz konusu ülkelerin (kırılgan ekonomilerini r.g.) nerede ise iflasa sürükledi. İşte Almanya böylesi bir bağlam (kontekst) içerisinde Avrupa’nın yeni egemeni oldu.



Wolfgang Streeck

Kolonya, Max Planck Enstitüsü Emeritüs Müdürü,
“Satın alınmış zaman, Demokratik kapitalizm bünyesinde sürekli ertelenen kriz” Gallimard, 2014 kitabını yazarı.

Yukarıdaki metin, “Tesadüfi Egemenlik” adlı daha uzun bir metnin giriş bölümünü oluşturmakta.

L’ALLEMAGNE, PUİSSANCE SANS DÉSİR Comment l’Allemagne s’est imposée

http://www.monde-diplomatique.fr/2015/05/STREECK/52905

L’Allemagne, puissance sans désir
Comment l’Allemagne s’est imposée
par Wolfgang Streeck, mai 2015
L’Allemagne doit son hégémonie européenne à la combinaison de deux éléments : l’Union européenne et monétaire (UEM) et la crise de 2008. Ce n’est pas elle qui a voulu l’euro. Depuis les années 1970, ses industries exportatrices s’accommodaient fort bien des dévaluations répétées des monnaies de leurs différents partenaires européens, qui leur ont permis de se positionner sur des marchés qualitatifs. C’est principalement la France qui désirait une monnaie unique : d’abord pour en finir avec l’humiliation que représentaient les dévaluations successives du franc face au deutsche mark, puis, après 1989, dans l’espoir d’intégrer, sous sa houlette, l’Allemagne réunifiée dans une Europe unifiée.
L’euro était, dans sa conception même, une construction contradictoire. La France et d’autres pays européens, comme l’Italie, ne supportaient plus de devoir se plier à la rigueur monétaire imposée par la Bundesbank, qui fonctionnait de facto comme la banque centrale de l’Europe. Avec la création d’une authentique Banque centrale européenne (BCE), ils espéraient reconquérir en partie leur souveraineté monétaire : l’assouplissement de la politique monétaire et la rupture avec l’obsession de la stabilité permettraient d’atteindre des objectifs politiques comme le plein-emploi. En même temps, le président François Mitterrand et son ministre des finances, M. Jacques Delors, mais aussi la Banque d’Italie, voulaient un régime monétaire plus rigoureux pour porter un coup sévère à leurs partis communistes et à leurs syndicats : en rendant impossibles les dévaluations externes, ils contraindraient la gauche à renoncer à ses ambitions politiques et économiques.
En Allemagne, la Bundesbank et le milieu économique — dominé par des ordolibéraux et des adversaires du keynésianisme — étaient absolument opposés à l’union monétaire, craignant qu’elle ne mette en cause la « culture de la stabilité » de leur pays. Helmut Kohl lui-même aurait préféré qu’une union politique soit mise en place avant la monnaie unique. Mais comme ses partenaires européens ne l’entendaient pas ainsi, et pour ne pas mettre en péril l’unification allemande, le chancelier accepta cette solution, dans l’espoir que l’union politique en découlerait plus tard. Dans son propre camp politique, des acteurs de poids hésitaient à le suivre ; pour vaincre leurs résistances, il leur assura que le régime monétaire commun aurait pour modèle l’Allemagne et sa Bundesbank.
Le gouvernement allemand promut l’euro auprès de son électorat en le disant « aussi stable que le mark ». Comme les partenaires de l’Allemagne avaient besoin d’une solution, ils signèrent le traité, espérant sans doute que les réalités économiques obligeraient à l’amender. Mais, dans les années 1990, les différents pays de l’Organisation de coopération et de développement économiques (OCDE), Etats-Unis en tête, s’accordaient sur l’objectif de consolidation budgétaire, dans un contexte de financiarisation et de transition vers un régime monétaire néolibéral. L’esprit de l’époque était à la limitation de l’endettement public à 60 % du produit intérieur brut (PIB) et des déficits publics à 3 %. De toute façon, les marchés financiers auraient regardé avec méfiance tout pays refusant de s’aligner.
Aujourd’hui, c’est l’Allemagne qui, avec les Pays-Bas, l’Autriche ou la Finlande, récolte les bénéfices de l’UEM. N’oublions pas, toutefois, que ce succès remonte seulement à l’effondrement financier de 2008. Car, dans les années qui suivirent son entrée en vigueur, l’Allemagne fut le « malade de l’Europe », en grande partie à cause de l’union monétaire. Le taux d’intérêt unique fixé par la BCE en tenant compte de la situation économique de l’ensemble des Etats membres était trop élevé pour l’économie politique allemande, fondée sur un faible niveau d’inflation. Des syndicats combatifs auraient pu tenter d’imposer des augmentations de salaire ; mais, dans un pays aussi industrialisé et dépendant des exportations, cette solution aurait entraîné une baisse des exportations et, dans un contexte de forte volatilité des capitaux, des délocalisations. Voilà qui explique la modération salariale des syndicats allemands depuis le début des années 2000, qui semble si mystérieuse à nombre d’observateurs extérieurs.
En comparaison, les économies de la Méditerranée, qui reposent davantage sur l’inflation, ont bénéficié de taux d’intérêt réels négatifs, accompagnés d’une baisse spectaculaire du coût des emprunts publics — les marchés de capitaux, encouragés dans ce sens par la Commission européenne, supposaient en effet que dans le cadre de la zone euro, la solvabilité des Etats membres était collectivement garantie. En conséquence, le Sud connut un boom économique et l’Allemagne, la stagnation, un haut niveau de chômage et d’endettement.
La situation s’est donc inversée en 2008. Contrairement à ce que prétend la mythologie néolibérale, les « réformes Hartz » n’y sont pas pour grand-chose. Elles se sont certes attaquées aux dépenses publiques, tout particulièrement à l’assurance chômage, rendant possible le développement des bas salaires en dehors des secteurs qui font la force économique du pays. Mais c’est un autre facteur qui fut déterminant : en 2008, l’économie allemande se trouvait en position de fournir des produits de grande qualité sur le marché mondial. En conséquence, elle a bien moins souffert de la crise budgétaire et de l’effondrement du crédit que les économies de la zone euro dépendant essentiellement de la demande intérieure. De plus, lorsque fut écartée la possibilité de mutualiser la dette publique des pays du Sud — conformément aux traités, du reste, bien que beaucoup l’aient oublié —, les pays fortement endettés durent payer des taux d’intérêt beaucoup plus élevés, qui les conduisirent au bord de la faillite. C’est alors que l’Allemagne est devenue malgré elle le nouvel hégémon européen.
Wolfgang Streeck
Directeur émérite de l’Institut Max-Planck pour l’étude des sociétés, Cologne, auteur de l’ouvrage Du temps acheté. La crise sans cesse ajournée du capitalisme démocratique, Gallimard, Paris, 2014. Cet texte inédit est une introduction à « Une hégémonie fortuite ».