18 Aralık 2019 Çarşamba

Gayrımenkulün Menkule Dönüşmesi Süreci




Gayrımenkulün Menkule Dönüşmesi Süreci

Raşit Gökçeli, Y. Bölge Plancısı (ODTÜ), Mimar (İTÜ)
2007

10.3.2007 tarihli, MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİ YAYIN KOMİSYONU YUVARLAK MASA TOPLANTISI “MESLEKTE DÖNÜŞÜM” toplantısındaki Raşit Gökçeli sunuşu.
(Katılanlar : Prof Dr. Abdi Güzer, Kadri Atabaş, Tonguç Akış, Raşit Gökçeli)



RAŞİT GÖKÇELİ- Ben, aslında yazılı bir metin de hazırladım; ama yazılı metni okumayacağım. Zaten sayısal ortamda mevcut o.

Küreselleşme

Şimdi, hadiseye nereden başlayacağım diye baktığımda bir tuhaf oluyorum; sanki bir körün fili bir yerinden tutmaya çalışması gibi bir olay. Belki şöyle başlamak mümkün olabilir: Plancılar olarak yahut mimarlar olarak, fiziki birtakım çevrelerle uğraşan kişiler olarak bizim içinde bulunduğumuz somut durum ne?

Çünkü en azından kendi görebildiğim bir kısmından başlamak istiyorum. O kısım da şu: Bir, genel olarak şu anda yaşadığımız küreselleşme hadisesi, ki 30 senedir dünyada çok fazla başat hale geldi ve artık tekrar o cycle’ın, yani o döngüsel durumunun biraz üst noktasından geçtik gibime geliyor. Burada önemli olan nedir; önemli olan şu: Fiziki üretim ile finansal üretim arasında bir ölçeksizlik husule geldi, ortaya çıktı. Yani çok kısa bir dönem içerisinde, fiziki olarak dünyada üretilen değerler ile finans dünyasındaki bu transaction’lardan ötürü dönen hacim arasında inanılmaz bir dengesizlik oluştu ve bu, son birkaç sene içinde giderek artan biçimde devam ediyor. Bu, önemli; bunu fiziki meseleye de bağlayacağım.

Bu, neden oldu; şundan oldu: Finans kapital, giderek daha fazla gelir elde etmeye çalışıyor, hisse senetleri daha fazla kazanç sağlasın diye bakılıyor. Mesela, dünyada, kimi rakamlara göre, günde 1.5 trilyon dolara, kimi rakamlara göre bu 6 trilyon dolara kadar ulaşan bir günlük transaction hacmi var. Bunu fiziki üretimle falan mukayese etmek mümkün değil ve bu olgu ekonominin normal işleyişini çarpıtmaya başladı. Bu durum eleştirildi. Kimler tarafından; küreselleşme karşıtı hareketler tarafından. İlk nasıl çıktı bu; Attac hareketi çıktı, finansal hareketler üzerinden bir vergi alınması kavramı “Tobin Tax” olarak bilinen Tobin adlı iktisatçının fikrinden yola çıkılarak önerildi; vatandaşlar için, söz konusu finansal transaction’lar üzerinden bir vergi alınması fikri öncelikle ortaya çıktı. Ama bu hareket, giderek bir nebula gibi gelişiyor; bütün toplum alanlarında, bütün katmanlarda, çok değişik sektörlerde, değişik muhalefet grupları bu alana giriyor. Ekolojistler giriyor, etnisite giriyor, işgücü meseleleri giriyor, yani her çeşit konu giriyor. Dünya ölçeğinde bir çeşit “gökkuşağı” muhalefetinden söz edilmekte.

Bu bağlamda tekrar yeni yeni kavramlar gelişiyor. Mesela, hisse senetleri üzerinden alınacak olan vergilerle ilgili, buradaki kazançların limite edilmesi, belli bir noktada dondurulmasıyla ilgili kavramlar gündeme geliyor. Share holded limited operated marjing gibi kavramlar gündeme geliyor. Bunlar önemli. Neden mi? Çünkü küreselleşme karşıtı Dünya Sosyal Forumu örneği hareketlerin güçlü bir fikirsel muhalefet odağı oluştuğu ve artık kriz döneminde girmiş bulunan neoliberalizmi  fikri açıdan sıkıştırdığı somut ve hayata dair alanlarda, halk katılımını içeren alternatifler ortaya çıkardığı için önemli.

Mimarlık ve planlama – Gayrımenkulün Menkul hale gelebilmesi

Peki, biz nerede duruyoruz bu olayda; mimarlar nerede, plancılar nerede duruyor?

Burada, benim gördüğüm olgu ve yapılabilecek ikinci bir önemli saptama şu: Tabii, biz, şehir plancıları ve mimarlar olarak, daha çok, inşa edilen bir çevre üzerinde, gayrimenkulle ilgili disiplinleriz. Halbuki, unsur, gayrimenkul unsuru şu ana kadar çok likid değildi. Yani likiditeye dönüşmesinde bazı hem kavramsal, hem teknik zorluklar vardı. Halbuki, bu yeni gelişen teknikler, bir yandan sibernetik teknikler, bir yandan son birkaç on senelerdir gelişen mortgage uygulamaları, teknikleri şunu getiriyor ortaya: Bu gayrimenkul unsurunu kolaylıkla likid hale getirebiliyorsunuz.

Bütün bu mortgage ( tutsat )meselesine -mortgage’ı bir örnek olarak veriyorum- baktığınızda, mortgage’ın temelinde, bu inşa edilen gayrimenkuller -bu, konut olabilir, başka şey olabilir, ticari şeyler de olabilir- bir çeşit likiditeye dönüyor. Ne yapıyorsunuz; bankalar bir borç veriyor, o borcun karşılığında, hisse senetleri anlamında, borsada, ikinci piyasada tedavül edilebilen birtakım değerler elde ediliyor. Seküritizasyon teknikleri ile. Bu, o kadar hızlı ve ilginç bir şekilde gelişiyor ki, bunlar, o mortgage uygulamalarının yer aldığı başat kapitalist ekonomilere baktığınızda, Gayri Safi Milli Hasılanın neredeyse yüzde 40’ına, eşit hacimler ortaya çıkarıyor. Yani milli servetin büyümesinde gayrımenkul da aktif olarak ve likid bir biçimde rol oynuyor.

Yani şimdiye kadar, biz, gayrimenkulü bir sermaye biçimi olarak ortaya koymakta güçlük çekerken, şimdi öylesi bir güçlük çekmiyorsunuz. Gayrimenkul, ışık hızıyla likid hale dönüşüyor. Likit hale dönüştüğü zaman, aynen herhangi bir finans enstrümanı gibi piyasada tedavül ediliyor. Bence bu, son onyılların bizim disiplinleri ilgilendiren önemli bir değişim özelliği. Elbette bu olgunun bizim disiplin üzerine etkilerine tekrar gelmek gerekecek.

İnşa ettiğiniz mekânın orada veya burada olması önemli değil, 100 katlı olması veya 1 katlı olması önemli değil; onun ne şekilde likiditeye dönüşmüş olduğu önemli. Çok, çok ilginç bir durum.

Nitelikli emek olarak mimarlık

Bu olguya bakmak gerekiyor, daha sonra, bir de, “Mimarlar, şehir plancıları olarak disiplin mensupları olarak bizzat bizim başımıza ne geldi?” diye bakmamız lazım. Biz, mimarlar, plancılar aslında ne tür bir işgücüyüz? işgücümüz nitelikli bir emek. Tamam, yaptığımız işin sanat yönü, var, onu da tartışacağım; ama sonuçta bizim işgücümüz nitelikli bir emek. Nitelikli emeğin başına ne geldi? Bir kere, genel olarak emeğin başına ne geldi? Küreselleşme hadisesi içerisinde emeğin başına neler getirdi? deregülasyon getirdi, delokalizasyon getirdi, bir de emeğin fleksibl esnek hale gelmesi, iş organizasyonlarının esnek hale gelmesi olguları yaşandı. Post-fordizmin unsurları bunlar, neticede, emek, genel olarak, prekarious dediğimiz bir hale dönüştü, yani eğreti bir duruma düştü. “Bu eğretilik bizde ne kadar var, ne kadar yok?” meselesine bakmamız lazım.

Nitelikli emek. Nitelikli emeğin iki yönü var. Bir, öyle bir nitelikli emek var ki, bütün bu hadiselerden çok fazla etkilenmiyor. Diyelim ki Bill Gates; onun çok fazla etkilendiği söylenemez, hatta dünyanın en büyük servetine konmuş adam. Yine birtakım uç teknolojilerinde üretim yapan beyin gücü bundan belki çok fazla etkilenmiyor. Tabii, bunların nerede yer alacağı konusu biraz karmaşık; o spesifik grubun özgül bilinci her bir özel durum için farklı olabilmekte. Ancak yine de nitelikli emeğin çok daha önemli bir bölümü eğretileşme olgusuna tabi ve onun kötü sonuçlarına katlanmak durumunda.

“Bu eğretileşme ne şekilde somutlaşıyor ” diye baktığımızda; artık fili bir tarafından tutmaya çalıştığımızda, hangi noktaları yakalayabileceğimi düşündüğümde, ilk olarak sürekli mesleki gelişim meselesi, “continuous professional formation” olgusu bana ilginç gelmekte.

Bakınız mimarın konumu eskisi gibi değil. Şu mimarlık hadisesine bir bakın. 1920’lerde Sanayi-i Nefise açıldı, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi. O zamanki bir mimar nasıl bir kişi idi; kalemine hakim bir adamdı, çizdi mi her yerden ses getiriyordu; yani bir Kuran’ı neredeyse bir yaprağa sığdıracak kadar kalem virtüyozu, güzel resimler çizen biri idi. Bu yetenekli kişi 50 sene boyunca mesleğini bu tür melekeleriyle yürüttü. Çok da yetenekli insanlardı, müthiş yapılar inşa ediyorlardı. Ama şimdi durum farklılaştı. Şimdi, bir mimardan, bir plancıdan sadece yetenek ve ustalık istenmiyor ki; yeni mimarda sayısal ve sözel birtakım başka beceriler aranılıyor hatta isteniliyor. İsterse en güzel resimleri çizimleri yapsın, daha değişik beklentileri mevcut işverenlerin yani sermayenin. Mimardan, “project manager”, proje yöneticisi olması isteniyor; her gün değişik bir bilgisayar programını kullanması isteniyor. Dün, Auto-Cad kullanması isteniyordu, bugün Rewit ve benzeri programlar kullanması, Primavera vesaire kullanması isteniyor.

Bu noktada bu gelişmelere bağlı olarak da, sürekli mesleki gelişim kavramı gündeme geliyor.
   
Tabii bu sürekli mesleki gelişimin klasik bir geçmişi de mevcut. Eskiden de gelen bir geleneği var. Yani klasik mimarlık loncalarının veyahut mimarlık odalarının hizmeti topluma tam ve mükemmel olarak sunmayı taahhüt etme, buna karşılık kamudan yetki elde etmeleri olgusu. Sayın Umut İnan’ın bu konuları ilk olarak bizlere açtığı zamanları, 1992 yılları idi, hatırlıyorum. Sürekli Mesleki Gelişimin klasik boyutu da önemli. Ancak mimarın dönüşümü, nitelikli emek olarak kendisinden beklenen yeni işlevler de bir o denli önemli.

Sürekli Mesleki Gelişim olgusunda nelerin üzerinde duracağız; bunu araştırmamız lazım. Önümüze gelen bu meselelerin ne kadarı bu klasik formasyondan kaynaklanıyor? Bunu irdelememiz gerekmekte.  Hakikaten epey etkilenmiştim sayın Umut İnan’ın ortaya koyduğu sorunsaldan.  Umut İnan benim gözümü açtı. Umut İnan 1992’de geldi ve bize şunu sordu: “Mimarlar Odası olarak ne yapıyorsunuz burada? Sendika mısınız? Yoksa topluma, kamu yararına bir hizmet mi sunuyorsunuz?” diye sordu. Ben, o zaman, bu sorunun cevabını bulabilmek için günlerce uyuyamadım. Benim bulabildiğim cevap da şuydu: Biz, ikisiyiz de. Çünkü biz, yapı denetimi yaparak bu toplumda inşa edilen yapıların sağlıklı şekilde imal edilmesi için gerekli nitelikli emeği garanti ediyoruz; Yani toplum ve kamu yararına işlev görmekteyiz.

Ama mesleki sorumluluk sigortası meselelerinin de üzerine giderek ki aslında sendikal bir işlevi de görüyoruz.

Yani her iki işlevi de birlikte Meslek Odası olarak birlikte ve bir arada yürütüyoruz.

Mesleki Sorumluluk Sigortası

Mesleki Sorumluluk Sigortası şu anda bence Odanın üzerine gitmesi gereken kritik noktalardan bir tanesidir.  Mesleki Denetim sorunun çözüm anahtarıdır. Dünya uygulamalarında önemli bir yeri mevcuttur.

Böylesi bir perspektif içerisinde nitelikli emeğin durumu kendi meslek özelliğimiz içerisinde anlam kazanabilir ve sürekli mesleki gelişim ile bir bütünsellik içerisinde sağlıklı bir şekilde irdelenebilir.
Tartıştığımız meselenin çıkış yolu da böylesi bir sentetik bakış açısı içerisinde aranmalıdır.

İşte parametreleri bir yandan nitelikli emeğin eğretileşmesi diğer yandan  sürekli mesleki gelişime olan bir analiz mimarlığın dönüşümünü irdelememizi olası kılar.

Tam bu noktada sürekli mesleki gelişimle ilgili bir tehlikeye de işaret etmek gerekmekte: Türkiye dönüşürken, son birkaç sene içinde, süratle bir klasik ulus-devlet modelinden belki biraz daha değişik, neo-kapitalist bir modele doğru yol alırken birçok yapıyı yönetişim ilkelerine göre yeniden organize ediyoruz. Bir düşünün, Kamu İhale Kanununu, bütün bu kanunları, ulusal mesleki yeterlilik kurumlarını bir akla getirin: Ortaya çıkan birtakım yeni kurumlar göreceksiniz. Bu kurumların kuruluş ilkelerine bakınız: Yasalarla kurulan bu kurumların yönetim kurullarını falan incelediğinizde bir “governance” yönetişim ilkesi ile karşılaşacaksınız.

Dolayısıyla, ne tür değişimler ile karşı karşıyayız; bizim Oda olarak karşı karşıya geldiğimiz ilginç noktalardan bir tanesi söz konusu bu alanlarda.

Biz, Oda olarak eski yapı ile eski örgütlenme biçimi ile, eski, geleneksel mesleki denetim işlevlerini yürüterek devam edebilecek miyiz?

Şimdiye kadar meslek alanının inhisarında olduğunu varsaydığımız birçok edim artık mültidisipliner ve artık sadece mimarların yer almadığı, hatta mimarların bir bakıma içerisinde marjinal bir konumda kaldıkları bir ortam bir sektörel uygulama söz konusu.

 İki tane örnek. Diyelim ki, birincisi şu anda çok revaçta olan gayrimenkul değerlendirme eksperliği.
.
Odamız bu alanda bir kurs açtı ve kurs en çok rağbet gören kurs oldu. Çünkü çok önemli; Mortgage Yasası çıktı, bu konuda inanılmaz bir iş alanı açılacak. Bunlara bir bakın, pratikte durum ne oluyor; bu alanın bir meslek odası, Değerleme Uzmanları Odası, kuruluyor. Aynı şekilde, yapı denetiminde daha başlamadı bu, ama gündeme gelmek üzere. Peki, o durumda, bizim bu sürekli mesleki eğitim nasıl olacak; yani biz nerelerde olacağız? Odamız bu gelişmelerin neresinde kalacak? Bizim bildiğimiz klasik, oda tipi örgütlenmeleri mi devam edecek?  Yoksa başka türlü, yeni ekonomik düzene uyan daha değişik Meslek Birlikleri formuna mı geçeceğiz?

Alternatif mesleki örgütlenme biçimleri

Biz, şimdiye kadar ne yaptık; odalarda örgütlenip faaliyet yürüttük. İnşaat Mühendisleri Odası, Makine Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası vesaire. Şimdi böyle değil ki. Diyelim ki çok büyük bir iş alanı açacak olan gayrimenkul değerlendirme veya yarın öbür gün iş güvenliği, öbür gün yapı denetimi, başka gün başka alanlarda da benzerleri çıkacak bunların. Öyle kurumsal yapılar karşımıza çıkacak ki, bunlar “governnance” yönetişim tipi yapılar biçiminde, bu mantık, bakış ve politik kurgu ile dizayn edilmiş yasalarla önümüze gelecekler. Bu politik kurguyla ilintili daha kompozit, değişik meslek kuruluşları ortaya çıkacak. Bunun da farkına varmamız lazım diyorum.

Sunduğum yazı bu sorunları ele almakta.

Sanki mimarlar için, tanrı bir daha ölüyor.

Bu böyle olunca, “Biz ne yapacağız?” diye baktığımızda, bir başka perspektif daha dikkatimi çekiyor. Bütün bunları bir an için bir kenara koyalım. Bu “yeni durumu” araştırmamız lazım; hakikaten, biz bu yeni dünyada nerede duruyoruz? Konumumuzu irdeler iken meslek politikamızı duruşumuzu, toplumsal dayanak noktalarımızı belki de ittifaklarımızı yeni baştan tasarlamamız lazım.
Hep düşündüğüm bir şey var: Mesela, neden Sınır Tanımayan Doktorlar var, neden Sınır Tanımayan Gazeteciler var; fakat neden Sınır Tanımayan Mimarlar yok?

Sınır ötesinden sorunlar bir heyüla gibi üzerimize geliyor; GATS yoluyla, sınır tanımayanlar geliyor bu tarafa da, onu tartışmıyorum. Demek istediğim, demin sözünü ettiğim, dünyadaki bu küreselleşme karşıtı harekete mimarlar neden eklemlenemiyor? Çünkü tartışmamız gereken çok önemli bir nokta, nitelikli emeğin eğretileşmesi ve bu noktada bizim nerede duracağımız meselesi. Ancak bu noktanın bağlantıları ortaya konulursa…

Meslek Odası olarak mimarlar olarak nerede duracağız?

Tabii, bir başka dünya da var, belki onun da farkına varmak lazım. Bizim Mimarlar Odası tarihinde de bir dönemde böylesi arayışlar oldu. 1971’den sonra böyle bir paradigma arayışı yaşandı. Meslek Odası sosyal meselelerle biraz ilgilenir gibi oldu. Belki biraz naif biçimde ilgilendi. Belki de değil.  Ama ben, Umut İnan’ın 1992 yılında ortaya koyduğu sorunsaldan sonra, Meslek Odası’nın sorunlara en azından meslekli alandaki kimi sorunlara biraz naif bir biçimde yaklaşmış olduğunu düşünmeye başladım. Yani o zaman, Umut İnan’ın sorduğu o sorulara cevap vermeye çalışırken aklım başıma gelmeye başladı.

Bir de şu da var: Sistemin dışına çıkmak mümkün değil. Bugün, dünyayı bir çeşit gecekondular gezeni olarak tanımlayan bir görüş var. Müthiş bir eşitsizlik hüküm sürüyor neokapitalist, küreselleşmiş dünyada. Yoksulların oluşturduğu, yüzlerce kilometre boyunca uzayan giden bölgeler, devasa metropolitan alanlar, yokluk bölgeleri var. Bunlarla ilgili neler yapılabilir; ona da bakmamız lazım. Mimarlar Odası Türkiye Seksyonu olarak hazırlanmakta olduğumuz Torino 2008’le UİA Genel Kurulu ile ilgili bir yazı yazmıştım, orada önerdiğim şeylerden bir tanesi, bizim bu konularda yeni bir şeyler önermemiz gerektiğiydi. Yani küresel fakirleşme ile ilgili ne düşünüyoruz; bunu ortaya koymamız lazım. Bizim, nitelikli emeğin bir grubu olarak, nitelikli bir emek grubu olarak nereye bağlıysak, hangi kuruma bağlıysak -bugün Mimarlar Odasına, yarın hiç tahmin etmediğiniz başka bir meslek grubuna bağlı bulabiliriz kendimizi- dünyadaki bu muhalif harekete nasıl eklemleneceğiz; onu bulmamız lazım. Çünkü dünyanın bu neo-kapitalist salınımının artık tam devam edemeyeceğini, küreselleşme karşıtı yeni bir hareketin ortaya çıkmakta olduğunu düşünüyorum.

Dünya, yeni baştan, “Çok çeşitli kısıtlar dolayısıyla, ekolojik kısıtlar, enerji kısıtları, finansal kaos tehlikeleri karşısında ne yapabiliriz?” diye tekrar ciddi olarak düşünmeye başlıyor. Azmanlaşmış finans hareket ve uygulamaları, “Carry trade” ler, “hedge fon”lar, söz konusu finans pratiklerinin oluşturduğu toplumsal çalkantılar, bunlara bağlı olarak, bildiğimiz bütün sosyal düzenin, 1945’ten sonra ortaya çıkan sosyal düzenin dekonstrüksiyona uğraması, sosyal şantiyelerin dekonstrüksiyonundan söz ediyor muhalif akımlar. İnsanların emekli olma meseleleri, emeklilik fonlarının nasıl yönetileceği vesaire.

 Tüm bu gelişmeler bizi meslek alanımızda doğrudan ya da dolaylı olarak etkiliyor. Çünkü insanlar ne yapıyor; insanlar konut alıyorlar, şehir oluşturuyorlar, bir şehir içerisinde yaşamaya çalışıyorlar. Kimileri orada prestij bölgeleri inşa ediyor, kimileri zengin mahalleleri inşa ediyor, kimileri büyük müzeler inşa ediyor. Bütün bunlar olurken kentler değişiyor kentsel dönüşümler gerçekleşiyor, mutenalaşma hareketleri oluyor. Bir patırtı gürültü var. Yani o şehir dediğimiz yer, yapılı çevremiz öyle asude ve dingin bir yer değil.

Nitelikli emek olarak yani mimar ve plancılar olarak konum belirlememiz gerekirse politik tercihler, mesleki de olsalar, gündeme gelmek zorunda.

Sermaye ne yapıyor; getirisini maksimize etmeye çalışıyor. Yani siz, gidip, son derece başarılı bir yenilenme hareketi, son derece başarılı bir restorasyon hareketi yapmaya kalkışsanız belki sermayenin işine gelmeyecek. Çünkü sermaye, neticede bunu piyasada, borsada tedavül eden tahvillere dönüştürmeyecek mi; dönüştürecek.

Bunun için de, ACE’nin, UIA’nın yaptığı birtakım çabalar var. Ama bunların ne kadarı politik çevreler tarafından gerçek anlamda dinleniliyor, dinlenilmiyor; o tartışma konusu. Bunun karşılığını da söylemek lazım; UIA ve ACE, kendi ana stratejisini çizmesi gerekirken, belki ağırlıkla bir Lizbon Stratejisini değil de, çok daha anlamlı, daha sosyal bir strateji etrafında bir tercih yapması gerekiyor, onları düşünmesi gerekiyor. Şimdi, dünyada bunlar tartışılıyor. 1945’ten sonra kurulan bütün bu kurumların, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vesaire, bütün bunların nasıl bu hale geldiği tartışılıyor. Mesela, Gallbraight’in önerdiği bir Dünya Ticaret Örgütü var ki, hiç böyle değilmiş, son derece daha mantıklıymış. Sonradan, soğuk savaş çıkınca, olaylar öbür tarafa kaymış, birdenbire dönmüş.

Bunlara ilişkin de hem felsefi, hem sosyal birtakım düşünceler üretmek lazım diye düşünüyorum. Ama tabii, bunların izdüşümleri içerisinde, biz, meslekte ne yapacağız, sürekli mesleki gelişimi ne yapacağız, diplomalarımızı nasıl savunacağız; onları da düşünmemiz lazım. Ben, academia’nıın da diplomalarını yeterince savunmadığını düşünüyorum, o konuda yanlış yaptığını düşünüyorum.

YÖK, diplomaları geçersiz kıldı. Buna karşı yeterli direnç gösterilmiyor diye düşünüyorum ve bunun acısını çekeceğiz diye düşünüyorum. Çünkü 100 bin dolara, 150 bin dolara verilen özel okul diplomalarının dünya piyasalarında ne kadar “competitive” rekabetçi olacağından pek o kadar emin değilim. İşin erbabı, herhalde bunları 5-10 sene sonra tartışacak, onları göreceğiz. Ama bu anlamda, kamusal alan, kamusala dönüş, korumacılığa dönüş gibi birtakım kavramları yeni baştan irdelememiz gerekecek diye düşünüyorum.

Bu aşamada insanın kafası hakikaten karışıyor. Tabii, orada da çok ayrı bir tartışma var, “STK mı, hükümet dışı örgüt mü?”  tartışması. O apayrı bir tartışma, ona şimdi burada girmeyelim. Yani bu nasıl olacak, bilemiyoruz; ama bir şeyler var, etkiler var. Nerede görüyorsunuz bunu; en azından ekolojik çıkışlarda, Kyoto meselelerinde, şurada, burada…

Arkalarında  bir devlet yok, arkasında bir süper güç yok, ama o fikri hareketler o kadar güçlü gelişiyor ki, ister istemez, politikacılar bunlardan kaçamıyorlar. En azından seçim dönemlerinde kaçmıyorlarmış gibi görünmeyi yeğliyorlarlar.

Dolayısıyla, bence, meslek grubu olarak durumumuz muallakta. Eğer bu gelişmeleri çok iyi kavrayamazsak, bunlara ilişkin çok teknik bazı tedbirler alamazsak -ki alınacak tedbirler var- alanımızı başkalarına kaptırabiliriz. Bir bakarız ki, Mimarlar Odası yok, mesela, Gayrimenkul Eksperleri Odası var veyahut başka bir şey var. Ulusal Mesleki Yeterlilik Kurumu gibi kurumlar var, biz yokuz. Eğer kafi derecede uyanmazsak başımıza bunlar gelebilir. Yani bizim mimar olmamız, mimarlığın en yüce meslek olması, iç mimarların alt disiplin olması, şehircilerin alt disiplin olarak algılanmaları gibi hurafelerle avunacağımıza, esas tehlikelere bakalım. Sürekli mesleki gelişimi nasıl ele alacağımıza, bu mesleki uygulamayla ilgili işlevsel, asli fonksiyonlarımızı nasıl reforme edeceğimize falan hep birlikte bakmak durumundayız. Tüm mimarlık kuruluşları olarak hep birlikte.
Ülkemizde mimarlık böylesine bir görüntü çiziyor. Tamam, birkaç fakültede, çok başarılı işler yapan, çok becerikli insanlar olabilir. Dünyadaki en yüksek ayarda uzman yetiştiren insanlar olabilir. Ama bu, toplam içinde ne kadar?

Meslekteki başarılı istisnalar genel resmin belirleyicisi değil gibime geliyor. Olmadığı da şuradan belli: Bütün bu insanların varlığına rağmen, etkili olamıyoruz. Türkiye'de çok kabiliyetli, çok müthiş mimarlar yok mu; var. Ama yatırımcı pozisyonundaki karar verici gidiyor, Sabancı veya Koç Müzesi’nin karşısında bina yaptırırken yabancı mimar arayışına girebiliyor.


Hiç yorum yok: